HİSSEDEBİLMEK... ŞÜKREDEBİLMEK...

 

Bizden iki gözümüz istense ve karşılığında bütün dünyanın, hatta bütün bir kâinatın bize verileceği söylense ne düşünürüz? Bu teklifin üzerinde uzun uzadıya durma gereği duyar mıyız? Bunu kabul eder miyiz? Herhalde hemen hiçbirimiz, yerini hiçbir şeyin dolduramayacağını bildiğimiz böyle bir yoksunluğu düşünmek dahi istemeyeceğimizden duraksamadan "hayır!" deriz.

Demek ki, aklımıza gelebilecek bütün maddî zenginlikler iki gözümüzü satın almaya yetmiyor. O halde, henüz tarif etmeyi başaramadığımız kalp, ruh, mânâ ve şuur yanımız bir yana, bu kadar pahalı bir maddî varlığımız olduğu, bunun bize, karşılığında hiçbir şey ödemediğimiz halde verildiği üzerinde bir an için duralım; yaşarken bu hakikati ne kadar sık düşündüğümüzü kendi kendimize soralım. Kalbimiz çalışırken, nefes alıp verirken, görür, işitir, konuşurken, yürürken, otururken, aldığımız gıdaları gayr-i iradî sindirirken aslında üzerimizde ne kadar pahalı bir sistemin işlemekte olduğunu hissedelim.

Görmeyen gözlerimizin yanısıra, kulaklarımızın da duymadığını varsayalım bir an için. Hemen şimdi gözlerimizi kapatıp kulaklarımızı tıkayalım. Ne hissediyoruz? Bu âlem ile aramızdaki kuvvetli bağların büyük ölçüde koptuğunu söylersek abartmış olur muyuz? Bu sadece renklerin ve görüntülerin kaybolması, seslerin kesilmesi anlamına gelmiyor. Renkler, sesler, hareketler ve bunların taşıdığı mânâlar da terkediyor dünyamızı (Görme, işitme gibi bazı duyulardan doğuştan veya sonradan mahrum kalanlarda genel olarak bu eksikliklerin başka duyu yeteneklerinin daha fazla gelişmesiyle bir dereceye kadar telâfi edildiği görülüyor. Görme ve işitme yokluğundan kaynaklanan açıkları, dokunma duyusu, kalp ve sezgiler aynıyla olmasa da ve biz nasıl olduğunu tam anlamasak da, belli ölçülerde kapatabiliyor).

Taklit edemeyeceğimiz kadar yüksek teknoloji ürünü cihazlarla donatılarak yaratılmışız. Dünyanın en gelişmiş lâboratuarlarında büyük harcama ve kafa yormalarla icat edilen bir robot sadece masa üzerindeki bir yumurtayı sert ve kesikli hareketlerle kırmadan alıp başka bir yere kırmadan koyunca üstün bir teknolojik başarı olarak nitelendiriliyor. İnsan denilen paha biçilmez varlığın basit gözüken, fakat aslında hiç de öyle olmayan fonksiyonları yanında bile ne kadar basit kalıyor bu!

İnsana öyle sağlam ve çok fonksiyonlu bir beden verilmiş ki, iki küçük ayak üzerinde durabilmesi bir yana, yapabildiği en basit işler nev'inden saatte 130 kilometre hızla koşabiliyor, zıplıyor, düşüyor, takla atıyor, darbe alıyor fakat bazısı kaslarla sıkıca sarılı bir iskelet sistemi içine yerleştirilmiş iç organları ve kafatası içinde muhafazaya alınmış beyni bozulmuyor, dağılmıyor; belli sınıra kadar büyük bir dayanıklılık gösteriyor.

Hastalandığımızda veya küçük bir keyifsizliğimizde, bilinçaltımıza "rutin" olarak kodlamış olduğumuz, hikmetleri üzerinde düşünme gereği duymadığımız davranışlarımıza, hatta ibadetlerimize bile dikkatimizi kolayca veremiyoruz. Yediğimiz, içtiğimizden lezzet alamıyor, dünya biraraya gelse iştahsızlığımızı yenemiyoruz. Hatta bunları bir an önce geçiştirmek istiyoruz. Bütün dikkatimiz, zamanımız ve çabamız rahatsızlığımız üzerinde yoğunlaşıyor. Verdiği ızdıraptan dolayı bizi bu kadar meşgul eden, zamanımızı çalan vücudumuzdaki bir fonksiyon bozukluğu, sağlıklı anlarımızın aslında ne kadar pahalıya yaratıldığını ve bunun bizim isteğimizle olmadığını göstermiyor mu?! O halde iyileşmek, sağlığımızı tekrar kazanmak, daha doğrusu beden ve akıl sağlığımız bizim elimizde mi?! Bunu istemek yeterli oluyor mu?!

Diğer yandan, Bediüzzaman'ın Hastalar Risalesi'nde ifade ettiği üzere, eğer sıhhatli iken bunun kıymetini bilemiyor, şükrünü kendi cinsinden eda edemiyor, bize sıhhati veren Zât'ı unutuyorsak, bu sıhhat aslında bizim için mânevî bir hastalık anlamına geliyor; fakat hastalık gözüyle uhrevî menzilleri görüp hayatımıza çekidüzen veriyorsak, tahammül dahilindeki hastalıklar bize bir sıhhat ve ihsan oluyor.

Dünyanın madden en zengin insanının tıbbın çare bulamadığı bir hastalığa yakalandığını ve tedavi için bütün servetini feda etmeye hazır olduğunu düşünelim. Halbuki onun yanıbaşında zâhiren fakir bir başka insan hiçkimseye herhangi bir ücret ödemeden sağlık içinde yaşamaya devam ediyor. Şimdi soralım: hangisi aslında daha zengin ve sıhhat kimin elinde?! Bozulan vücud fonksiyonlarımızı normale döndürmek için yapılan pahalı müdahaleleri düşünelim. Burada milyarlarca insanın hergün bedavaya sahip olduğu bir durumu, vücud fonksiyonlarının normal sınırlar içinde çalışmasını büyük masraflarla elde etmeye çalışıyoruz. O halde, sıhhatli bir ömür sürerken, her an Yaratıcımıza bunun karşılığında en basit ifadesiyle katrilyonlarca lira borçlanmış olmuyor muyuz?! Daha doğrusu bunu ödememiz istense buna gücümüz yeter mi?! (Maddî-mânevî yanıyla güç dediğimiz hususiyet bize mi aittir?!.).

Bir nefes...
İnsan birşey yemeden, sadece su içerek belli bir süre yaşayabilir. Su içmeden de bir müddet hayatta kalabilir. Fakat oksijensiz ancak bir-iki dakika yaşar. Hayatımız bizim için ne kadar önemliyse, oksijen de o kadar önemli ve kıymetlidir. Yine de onu sürekli kullandığımızın farkında değilizdir. Şu dünyada çok kıymetli varlıklar genellikle nâdir bulunanlardır; elmas, altın, platin, endemik bitkiler, nesli tükenmek üzere olan hayvanlar, çok kâbiliyetli yaratılmış olup herkesin yapamadığını yapabilen insanlar vs. Fakat oksijen insan için herşeyden daha kıymetli olmasına rağmen nâdir değildir, havanın olduğu her yerde bulunur. Kullandığımız oksijeni bizim üretmemiz, arayıp bulmamız, bunun için bir bedel ödememiz gerekmez. Oksijen kadar olmasa da su için de aynı durum sözkonusudur; insanların yaşayabildiği her coğrafyada su vardır. Ve onun bu kadar çok miktarda bulunması kıymetinden hiçbir şey eksiltmez.

Şimdi beş-on saniye kadar nefesimizi tutup bırakmayalım. Veya çok susadığımız bir anda elimize aldığımız bir bardak suyu hemen içmeyip, üzerinde biraz düşünelim. Ne kadar da zayıf ve âciz varlıklarız! Oksijene ve suya her an ne kadar da muhtacız! İşte bir yönüyle yerimiz ve cirmimiz bu: elle tutulamayan, gözle görülemeyen lâtif bir madde olmaksızın hayatı hemen sona erecek bir varlık. Ve herşey bir yana, sadece oksijen için bile her an Yüce Rabb'i hatırlamak, hatırda tutmak, vird edinmek, pratikte mümkün olmasa bile en azından bunun doğru bir hareket olacağını aklen, kalben tasdik etmek ne büyük bir nasiptir. Sıhhat ve huzur içindeki anlarımızdan, bize hesaba gelmez nimetler verilmiş olmasından dolayı bütün bunların gerçek ve çok cömert Sahibi'ni anmak. İşte Hz. Peygamber'in her an Allah'ı anması, bir dua insanı olması, her nesne ve iş karşısında O'na varan bir yol bulması, daha doğrusu, var olan yolları keşfedip insanlığı hakikate uyandırması bu nasibin en üst seviyesi olsa gerek.

Sultan Kanunî'nin iki veciz cümlesi, onun bu hakikati nasıl derinlemesine hissettiğini gösteriyor:

"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi."

Buradan, bu düşüncelerden yola çıkarak, hangi vasıflara sahip bir Yaratıcı'ya karşı saygı duymamız gerektiğini, bunun dünyadaki izafî saygılarla kıyaslanmayacak kadar farklı bir saygı olduğunu daha derinden idrak edebiliriz belki. Bize şah damarımızdan yakın olduğunu, rahmetinin gazabının önüne geçtiğini hayatımızda her an müşahade ettiğimiz bir Zât karşısında duyduğumuz haşyet zalim bir hükümdardan duyulan korkudan farklı değil midir?!.. Bu haşyet, böyle bir Zât'a karşı -tabir caizse- vefasızlık ve nankörlük yapmaktan korkmak duygusu olabilir ancak.

Eskiyen beden elbisesi
Bu kadar pahalı bir beden, insana bu dünyada önemli bir maksat için verilmiş olmalı değil midir?!.. Düşünen ve mânâ karşısında ürperen bir varlık durumundaki insanın mânâya açık tarafını sadece cismanî bir hayat tatmin edebilir mi? İnsan kendisinin madde yanını aşabilmektedir; bunu başaracak çok daha pahalı, anlaşılması güç (daha doğrusu imkânsız) mânevî fakülteler verilmiştir kendisine.

O halde fizikî beden, bilemediğimiz birçok hikmetinin yanısıra insana onun metafiziğe ve ebediyete açık ruh ve mânâ tarafı için bir altyapı olarak verilmiş olabilir. İnsanın bu dünyadaki imtihanı, o, bedeniyle yaşarken olmaktadır. İnsan önce bedenen yaşamalıdır ki dünya imtihanından geçsin, varlık âlemini ve kendisini ruhen ve kalben hissetsin.

Bedenin verilmesindeki bir başka hikmet, san'atla yaratan Yüce Rabb'in ilim ve kudretinin sonsuz tezahürleri olduğunu maddî nimetlerini görmek suretiyle de anlamamızın murad edilmesi olabilir. Cenab-ı Hakk bu bedeni çeşitli ihtiyaçlarıyla ve bu ihtiyaçları görecek sınırsız sayıda karşılıklarıyla yaratmıştır ve yaşatmaktadır.

Fakat, bu nâdide varlık gençlik döneminde kendisine verilen sıhhat ve gücü belli bir zaman sonra yitirmekte, o pahalı cihazlar eskisi gibi sağlıklı çalışmamakta, sonunda takdir edilen bir sebeple ölüp gitmekte, bir zamanların o pahalı bedeni çürümektedir. Hem de çok sevdiği bu dünyadan ayrılmayı hiç istemediği halde. Tıpkı garip bir tiyatro oyununda olduğu gibi:

Farzedelim ki, dünyaca meşhur tiyatro oyuncularının yeralacağı bir oyun sahnelenecek. Bunun için her tarafa duyurular yapılsın. Çok büyük masraflarla güzel sahne dekorları hazırlansın. Oyuncular için çok pahalı kostümler dikilsin. Dünyanın en büyük salonu tutulsun ve burası tıklım tıklım dolsun. Heyecan had safhaya yükselsin. Herkes nefesini tutmuş oyunun başlamasını beklesin. Sonunda muhteşem bir sahne açılsın; herkesin gözünü kamaştıran, hayran bırakan. Ve oyun başlasın. Meraklandırıcı ve sürükleyici olduğu baştan belli olan bir oyun. Fakat o da ne?! Birkaç dakika sonra perde kapansın ve oyunun bittiği ilân edilsin. Herkes şaşkınlık içinde kalsın. Bunun anlamı ne olabilir ki? Bu kadar uzun zamana yayılan hazırlıklar, yapılan masraflar, bütün dünyanın dikkatini buraya yöneltmesi bu birkaç dakika için miydi? Derin anlamlar içerdiği anlaşılan fakat çok kısa süren, kimsenin hemen biteceğini ummadığı, dolayısıyla bu gariplikten hiçbir şey anlamadığı ve bitmesini istemediği bir oyun için bunca masraf yapmaya değer miydi?!

İşte çok kıymetli cihazlarla donatılmış bir şekilde dünyaya gözünü açan ve muhteşem yeryüzü sahnesine inen insanın burada kısa bir zaman kalmayı içine sindirememesi de buna benzemiyor mu?! Aradaki fark, insanın birgün bu dünyayı terkedeceğini belli bir yaştan sonra, yani daha oyun bitmeden anlaması, ve kendisi için yapılan masrafın hem bunu Yapan için hiç yük olmaması, hem de yapılmaya değer bulunmasıdır.

İnsan için emniyetli ve uygun bir yer
Bu yüzden çok emniyetli bir araç üzerinde seyahat ediyoruz. Bir yerden bir yere otobüsle giderken gece olduğunda şoföre güvenerek gözümüzü kapatmak, sabah uyandığımızda kazasız bir şekilde menzilimize vardığımızı görmek istiyoruz. Dünya denilen bu büyük uzay gemisinde de -gemi menziline varacağı âna kadar- her sabah ufkumuzda güneşin doğacağından emin olarak gece başımızı yastığa koyuyoruz (Buna rağmen bazıları nasıl oluyor da hem güven duygusuyla uykuya dalıyor, hem de geminin kaptansız olabileceğini söylüyor?!..).

Bu geminin kütlesi, dolayısıyla çekim kuvveti öyle hassas ayarlanmış ki üzerinde çok rahat hareket ediyoruz. Küçük bir zıplamayla geminin çekiminden kurtulup uzayda kaybolmadığımız gibi, bedenimizi ve diğer nesneleri kurşun gibi ağır da hissetmiyor, istediğimiz hareketi yapabiliyoruz.

Gemiyi çevreleyen atmosfer ve manyetik kalkan onu öldürücü kozmik etkilerden (güneş patlamalarından, yüksek enerjili radyasyon ve taneciklerden, göktaşı ve kuyruklu yıldız çarpmalarından) koruyor.

Bu gemi, üzerindeki milyarlarca insanın ve trilyonlarca canlının aynı anda ihtiyaç duydukları su ve besin maddelerini taşıyor, yeniliyor; hem de hayat yaratıldığından beri. Geminin Güneş karşısındaki konumu ve hareketi öyle hikmetli ayarlanmış ki, her yer aynı nisbette ısınmıyor, dolayısıyla rüzgârlar meydana geliyor. Su buharlaşıyor ve bulutlar rüzgârlarla sevkediliyor da yağmurlar yağıyor.

Geminin dış yüzeyi tekdüze değil. Çünkü gemi arasıra sarsılıyor, titriyor; böylece yüksek ve alçak kısımlar, toprak ve ovalar meydana geliyor, dolayısıyla tarım yapılıyor.

Gece başımızı yukarıya kaldırdığımızda, hava eğer bulutsuzsa tamamen karanlık olmayan, yıldızlarla süslenmiş, bizi rahatlatan, emniyet ve huzur veren, güzel duygular ilhâm eden bir gökyüzüyle karşılaşıyoruz. Bilemediğimiz yaratılış hikmetleri bir yana, sadece gökcisimlerinin hesaba gelmeyecek kadar fazla sayıda olması bile O'nun kudret ve ilminin sınırsız oluşunu anlatıyor bize.

Hayat ve ölüm
Fakat sonuçta herşey fânidir ve insanların büyük bir kısmı arasıra akıllarına gelen bu durumdan hoşlanmazlar, kendilerince bir çelişki olarak gördükleri hayat/ölüm gerçeğini kabullenmekte zorlanırlar. "Bu dünya ne kadar da güzel ve sevilmeye değer, bizim hayattan beklentilerimiz ne kadar da çok, peki ama bu ölüm ve ayrılık da neyin nesi?..." gibi soruların getirdiği bir iç sıkıntısı duyarlar.

Herşeyin Yaratıcısı, Rabbi ve dolayısıyla gerçek Sahibi olan Zât gönderdiği peygamberlerle insanları aydınlığa kavuşturur. Bu âlemin mânâ ve hikmetini bildirir. Çok pahalı ve anlamlı, fakat ölümlü beden elbisesinin fânî dünyadaki çeşitli imtihanlar için verildiğini, bunlara göğüs gerdiğimiz takdirde Kendisi'nin sabredenlerle beraber olduğunu tâlim buyurur bize. Esas olanın ruh ve mânâ olduğunu, dünyadaki lezzetlerin, ahiretteki asılları hakkında fikir sahibi olmamız için verildiğini anlarız Yüce Beyan'dan. Hayattan ve kâinattan yaşayarak öğrendiklerimizle Kitap'ta bildirilenlerin birbirine tam tetabuk ettiğini görürüz.

O'na iman edenler de, kuvveti herşeye Yeten, herşeyin en doğrusunu Bilen, yaptığını hatasız Yapan, Merhametli, Cömert, Affedici, Halim, Hayy ve Bâki bir Yaratıcıları olduğu için itminan, güven ve iç huzuruyla yaşarlar. Dünya sıkıntıları karşısında bir yandan sabredip katlanmaya, diğer yandan sebepler açısından ellerinden birşey geldiği takdirde bunun da bir çeşit dua olduğunu bilerek O'nun hoşnutluk duyacağı doğrultuda yapmaya çalışırlar. İnanıp güzel işler yapanlara ölüm sonrası için vâdedilen ebedi hayatın verileceğine, daha önce hakedecek hiçbir şey yapmadıkları halde kendilerine vehbî olarak bahşedilen tıpkı bu dünya hayatının varlığına inandıkları gibi inanırlar.

Hissedebilmek bir nasip meselesi. Hakk-el yakîn demek de mümkün ona. Bütün âlemi ve onda mündemiç mânâyı O'nun hidayet etmesi ve hissettirmesiyle idrak edip duyabilir insan. Şükredebilmek de bir yanıyla hidayetle gelen bir nasip. Hayat ve hidayetle gelen nimetlerin şükrü, yine onların hissettirilmesiyle nasip oluyor insana. Hidayetin ve kaderin ince ve derin sırları ise sınırlı idrakimizi tabii ki aşıyor.