Cebrâil aleyhisselâmın, şekline girdiği sahâbî: DIHYE-İ
KELBÎ
Dıhye-i Kelbî ticâretle meşgul
olup, çok zengindi. Kabîlesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullah
efendimizi severdi. Ticaret için Medîne’den ayrılır, her dönüşünde Resûlullahı
ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamberimiz bunlara kıymet vermez
ve;
- Yâ Dıhye, eğer beni memnun etmek istiyorsan
îmân et! Cehennem ateşinden kurtul, buyurur, onun îmân etmesini isterdi.
Dıhye ise, zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz onun hidâyet bulması için duâ
ederdi.
Yüzüne gözüne
sürdü
Bedir gazâsından sonra bir gün Cebrâil
aleyhisselâm, Dıhye’nin îmân edeceğini Resûlullaha haber vermişti. Îmânla
şereflenmek için huzuru saâdetlerine girince, Resûlullah efendimiz üzerindeki
hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi.
Dıhye-i Kelbî, Resûlullah
efendimize hürmeten Hırka-i saâdeti kaldırıp, yüzüne gözüne sürdükten sonra,
başının üzerine koydu. Resûlullahın duâları bereketiyle kalbinde îmân nûru
doğmuş ve öylece Resûlullaha gelmişti.
Cebrâil aleyhisselâm çok defa
Resûlullahın huzuruna, onun sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz,
Ümeyyeoğullarından üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu ki:
- Dıhye-i Kelbî Cebrâil’e, Urve bin Mes’ûd-es-Sekâfi Îsâ’ya,
Abdülüzzi ise Deccâl’a benzer.
Yine bir gün Cebrâil aleyhisselâm,
Hz. Dıhye sûretinde Mescid-i Nebîye, Resûlullah efendimizin yanına geldi. Bu
sırada daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı.
Cebrâil aleyhisselâmı Dıhye zannedip, hemen ona doğru koştular ve ceplerine
ellerini sokup, bir şeyler aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ey kardeşim Cebrâil! Sen benim bu torunlarımı edebsiz zannetme!
Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediye getirirdi. Bunlar da
hediyelerini alırlardı. Bunları öyle alıştırdı.
Cebrâil
aleyhisselâm bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da,
ben nasıl gelirim” dedi. Elini uzatıp Cennetten bir salkım üzüm kopardı ve Hz.
Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar koparıp, onu da Hz. Hüseyin’e verdi.
Hz. Hasan ve Hüseyin hediyelerini alınca, Dıhye zannettikleri Cebrâil
aleyhisselâmın yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam
ettiler. Bu sırada mescidin kapısına, ak sakallı, elinde baston, toz-toprak
içerisinde, beli bükülmüş ihtiyâr bir kimse gelip dedi ki:
- Yavrularım,
günlerdir açım, Allah rızâsı için yiyecek birşeyler
verin.
Ona harâmdır
Hz. Hasan ve Hüseyin, biri üzümü, diğeri de narı
yiyecekleri sırada, bir ihtiyârı böyle görünce, hemen yemekten vazgeçip ihtiyâra
vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri sırada Cebrâil
aleyhisselâm gördü:
- Durun, vermeyin o mel’ûna! O
şeytandır. Cennet ni’metleri ona harâmdır, buyurarak şeytanı
kovdu.
Hicretin beşinci senesinde, Resûlullah Benî Kureyza seferine
gitmeden önce Medîne’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan
bir cemâ’ate rastladı ve onlara sordular:
- Kimseye rastlamadınız
mı?
- Yâ Resûlallah, biz, Dıhye-i Kelbî’ye rastladık.
Eyerli beyaz bir katır üzerine binmişti. O katırın üzerinde atlastan bir kadife
vardı.
Bunu işitince, Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- O Cebrâil’dir. Kalelerini sarssın ve kalblerine korku versin
diye Benî Kureyza’ya gönderildi.
Mühürsüz mektubu
okumazlar
Dıhye-i Kelbî Rumca’yı iyi bilirdi. Resûlullah efendimiz, onu
Bizans’a sefîr olarak gönderdi. Resûlullah efendimiz Bizans Kayseri Heraklius’u
İslâma da’vet için bir mektup yazdırdı. Bu mektubu yazdırdığı zaman Eshâb-ı
kirâmdan ba’zıları dediler ki:
- Yâ Resûlallah! Rum tâifesi mührü
olmayan bir mektubu okumazlar.
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz
emretti; gümüşten bir mühür kazdırıldı. Mührün üzerinde birinci satırda
Muhammed, ikincide Resûl, üçüncü satırda Allah yazılı idi. Mektubu bu mühürle
mühürledi ve Dıhye’ye verdi.
Hz. Dıhye, mektubu Bizans Kayserine sunması
için, Busrâ’daki Gassân emîri Hâris’e başvurdu. Hâris de, Dıhye’yi Heraklius’a
götürmesi için Adiy bin Hâtem’i vazîfelendirdi.
Adiy bin Hâtem de
Dıhye’yi alıp, Kudüs’e götürdü. Bu sırada Heraklius da Kudüs’te bulunuyordu.
Heraklius; eğer İranlılar üzerine galip olurlarsa, Humus’tan Kudüs’e kadar
yürüyeceğini adamıştı. Heraklius, İran ordularını yenince adağını yerine
getirmek için; Humus’tan yaya olarak yola çıkmış, yoluna halılar serilmiş,
kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs’e ulaşmış, adağını yerine
getirmişti.
Dıhye, Heraklius’tan sonra Kudüs’e vardı ve Heraklius ile
görüşmek için temaslarda bulundu. İmparatorun adamları kendisine dediler ki:
- Kayser’in huzuruna çıktığın zaman başını eğip yürüyeceksin ve
yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de
aslâ başını yerden kaldırmayacaksın.
Bu sözler, Dıhye’ye ağır geldi ve
onlara şunları söyledi:
- Biz Müslümanlar, Allahü teâlâdan başka hiçbir
kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi, insanın yaratılışına
terstir.
Derdini dinler, sıkıntısını giderir
Bunun üzerine Kayser’in
adamları dediler ki:
- O hâlde Kayser, getirdiğin mektubu hiçbir zaman
kabûl etmez ve seni huzurundan kovar.
- Bizim Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâm başkasının, kendisine değil secde etmesine; önünde eğilmesine bile
müsâade etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa; ona ilgi gösterir,
huzuruna alır, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır. Bunun için Ona
tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir.
Dıhye-i Kelbî’nin, Rum
Kayser’inin huzurunda eğilmeyeceğini belirtmesi üzerine, orada bulunanlardan
biri dedi ki:
- Mâdem ki Kayser’e secde etmeyeceksin, o hâlde üzerine
aldığın vazîfeyi yerine getirebilmen için sana başka bir yol göstereyim.
Kayser’in, sarayının önünde dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra
bu avluya çıkar, oraları dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde
herhangi bir şikâyet veya yazı varsa, önce onu alır okur, sonra istirâhat eder.
Sen de şimdi git, hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu
görünce, seni çağırtır. O zaman vazîfeni yerine getirirsin.
Hükümdârları değilim
Bunun üzerine Hz. Dıhye
mektubu söylenen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı. Tercüman, Resûlullahın
mektubunu okumaya başladı.
“Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allahın Resûlü Muhammed’den Rumların büyüğü Heraklius’a” diye
başlandığını görünce, Heraklius’un kardeşinin oğlu Yennak, çok kızdı ve
tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu ve adam yere düştü. Bu sırada
Resûlullahın mektubu da tercümanın elinden düştü. Heraklius, kardeşinin oğluna
ne yaptığını sordu. O da dedi ki:
- Görmüyor musun? Mektuba hem senin
isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdâr olduğunu
söylemeyip, “Rumların büyüğü Heraklius’a” demiş.
Niçin “Rumların hükümdârı” diye yazmamış ve senin isminle başlamamış? Onun
mektubu bugün okunmaz. Bunun üzerine Heraklius şöyle cevap verdi:
-
Vallahi sen, ya çok akılsızsın veya koca bir delisin. Senin böyle olduğunu
bilmiyordum. Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bakmadan, yırtıp atmak mı
istiyorsun? Hayatıma yemîn ederim ki, eğer O, söylediği gibi Resûlullah ise,
mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye
anmakta haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim, hükümdârları
değilim.
Sonra Yennak’ı dışarı çıkarttı.
İslâma davet ederim
Hıristiyan âlimlerinin
reisi ve kendisinin müşâviri olan Uskuf isimli kimseyi çağırttı ve mektup
okundu. Mektubun devamı şöyleydi:
(Allahü teâlânın
hidâyetine tâbi’ olana selâm olsun. Bundan sonra; ben seni İslâma da’vet ederim.
Müslüman ol ki, selâmet bulasın! Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz
çevirirsen bütün Hıristiyanların vebâli senin üzerinedir. Ey kitap ehli, sizin
ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibâdet
etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp
ba’zılarımız ba’zılarını Rab edinmesinler. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse
“Şâhid olunuz, biz Müslümanız!” deyiniz.)
Resûlullahın mektubu
okunurken Heraklius’un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektup bitince dedi
ki:
- Hz. Süleyman’dan sonra ben böyle
“Bismillâhirrahmânirrahîm” diye başlıyan bir mektup görmemiştim.
Onun gelmesini bekliyordu
Heraklius, Uskuf’a bu
mes’eledeki fikrini sordu. O da dedi ki:
- Vallahi O, Mûsâ ve Îsâ
aleyhimesselâmın bize geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Zaten biz Onun
gelmesini bekliyorduk.
- Sen bu husûsta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi
uygun görürsün?
- Ona tâbi olmanı uygun
görürüm.
- Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat Ona tâbi olup,
Müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdârlığım gider, hem de beni
öldürürler.
Bundan sonra Dıhye ve Adiy bin Hâtem’i çağırttı. Adiy
dedi ki:
- Ey hükümdâr, davar ve develer sahibi Araplardan olan şu
yanımdaki zât, memleketinde vuku bulan şaşılacak bir hâdiseden
bahsediyor.
- Memleketlerindeki hâdise ne imiş, sor bakalım.
Hz.
Dıhye bu soru üzerine dedi ki:
- Aramızda bir zât zuhûr etti. Peygamber
olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tâbi olmaktadır. Bir kısmı da karşı
koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku bulmuştur.
Bundan sonra
Heraklius, Peygamber efendimiz hakkında araştırma yapmaya başladı. Şam vâlisine
emir verip Peygamber efendimizin soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını
emretti.
Bu arada kendisinin dostu olan ve İbranice bilen Roma’daki bir
âlime de mektup yazıp, bu mes’eleyi sordu.
Roma’daki dostundan,
bahsettiği zâtın âhır zaman Peygamberi olduğunu bildiren bir mektup geldi. Bu
arada Şam vâlisi, ticâret için Şam’a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların
içinde Ebû Süfyân da vardı. Vâli, Ebû Süfyân’la yanındakileri Şam’a götürüp,
Heraklius’un yanına çıkardı.
Doğru olmayı
emrediyor
Bu sırada Heraklius Kudüs’te bir kilisede idi. Vezirleriyle
beraber oturmuş ve başına tâcını giymişti. Heraklius, Ebû Süfyân ve yanındaki
otuz kadar Mekkeliyi burada kabûl etti. Peygamber efendimiz hakkında ba’zı
sorular sorup cevabını aldıktan sonra, tekrar sordu:
- O size neyi
emrediyor?
Ebû Süfyân hiç gizlemeden şu cevabı verdi:
- Yalnız bir Allaha ibâdet etmeyi, O’na hiçbir şeyi ortak
koşmamayı emrediyor, atalarımızın taptığı putlara tapmaktan bizi men ediyor.
Namaz kılmayı, doğru olmayı, fakîrlere yardım etmeyi, harâmlardan sakınmayı,
ahde vefâyı, emânete hıyânet etmemeyi, akrabâyı ziyâret etmeyi
emrediyor.
Heraklius, kilisede Ebû Süfyân’a sorular sormuş ve
cevaplarını almıştı. Resûlullahın mübârek mektubu okunmuş, Rum papazları
arasında gürültüler çoğalmıştı. Zîrâ Kayser’in İslâmiyete meyletmesinden
korkuyorlardı. Kayser, Ebû Süfyân ve yanındaki Kureyşlilerin dışarı
çıkarılmasını emretti.
O hepinizden
hayırlıdır!
Daha Müslüman olmamış olan Ebû Süfyân, Peygamberimizin da’vâsını
başarıyla sonuçlandıracağına inandığını, burada yemînle söylemiştir. Hz. Dıhye,
o mübârek güzel yüzü ile Heraklius’un karşısına geçip, tatlı sesi ile dedi
ki:
- Ey Kayser beni sana, Humus’tan Hâris adlı bir kimse gönderdi ki, o,
senden hayırlıdır. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, beni ona gönderen zât, ya’nî
Resûlullah ise, hem ondan, hem de senden daha hayırlıdır.
Sözlerimi
alçakgönüllülükle dinleyip, verilen nasîhatleri kabûl et! Çünkü alçakgönüllülük
edersen nasîhatları anlarsın. Nasîhatları kabûl etmezsen insaflı olamazsın.
Heraklius dedi ki:
- Devam et!
- Öyle ise ben seni,
Mesîh’in kendisine namaz kılmış olduğu Allaha da’vet ediyorum. Seni, önceden
Mûsâ’nın, ondan sonra Îsâ’nın geleceğini müjdeleyip haber verdiği şu Ümmî
Peygambere îmâna da’vet ediyorum. Eğer bu husûsta bir şey biliyor, dünya ve
âhıret saâdetini kazanmak istiyorsan, onları gözlerinin önüne getir. Yoksa
âhıret saâdetini elinden kaçırır, dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da
iyi bil ki, senin Rabbin olan Allah, zâlimleri helâk edici ve ni’metleri
değiştiricidir.
Heraklius, Peygamberimizin mektubunu okuyunca,
öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra da şöyle dedi:
- Ben, ne
elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi
sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm. Sen bana hakîkatı
düşünüp buluncaya kadar mühlet ver.
O îmân ederse
Heraklius daha sonra
Hz. Dıhye’yi yanına çağırıp başbaşa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti. Dedi ki:
- Ben biliyorum ki seni gönderen Zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve
gelmesi beklenen âhır zaman Peygamberidir. Yalnız ben Ona uyarsam; Rumların beni
öldürmesinden korkuyorum.
Onların içinde en büyük âlimleri ve benden
daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır ki, Dağatır derler. Seni ona
göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbi’dir. Eğer o îmân ederse, bütün hepsi
ona uyup îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve i’tikâdımı açığa
vururum.
Bundan sonra Heraklius bir mektup yazdı ve Hz. Dıhye’ye verip,
Dağatır’a gönderdi.
Hz. Dıhye, Heraklius’un mektubu ile beraber
Resûlullahın da bir mektubunu Dağatır’a götürdü. Zaten Resûlullah efendimiz
Dağatır’a ayrıca mektup yazmıştı. Dağatır, Peygamberimizin mektubunu okuyup,
vasıflarını işitince;
- Vallahi senin sahibin, Allah
tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Biz Onun sıfatlarını tanıyoruz. İsmini
de kitaplarımızda yazılı bulduk, dedi ve îmân etti.
Bundan sonra
Dağatır evine gitti ve her pazar yaptığı va’zlara üç hafta çıkmadı.
Hıristiyanlar bağırıyorlardı:
- Dağatır’a ne oluyor ki, o Arabla
görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu
istiyoruz!
Ahmed'den mektup geldi
Dağatır üzerindeki
siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz bir elbise giydi ve eline âsâsını alıp
kiliseye geldi. Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp dedi ki:
- Ey Hırıstiyanlar! Biliniz ki bize Ahmed’den mektup geldi. Bizi
hak dîne da’vet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki, O, Allahü teâlânın
hak peygamberidir.
Hıristiyanlar bunu işitince, hepsi Dağatır’ın
üzerine hücûm ettiler ve onu döverek şehîd ettiler.
Hz. Dıhye gelip,
durumu Heraklius’a haber verdi. Heraklius da bunun üzerine dedi ki:
-
Ben sana söylemedim mi? Dağatır, Hırıstiyanlar katında benden daha sevgili ve
azîzdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katlederler.Heraklius Humus’taki
köşkünde, Rumların büyüklerini çağırtıp, kapıların kapatılmasını emretti. Sonra
yüksek bir yere çıktı ve onlara dedi ki:
- Ey Rum cemâ’atı! Sizler
saâdete, huzura kavuşmayı ve hâkimiyetinizin temelli kalmasını, Hz. Îsâ’nın
söylediğine uymak ister misiniz?
- Ey bizim hükümdârımız, bunları elde
etmek için ne yapalım?
- Ey Rum cemâ’atı, ben sizleri hayırlı bir iş için
topladım. Bana Muhammed’in mektubu geldi. Beni İslâm dînine da’vet ediyor.
Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazılı
bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz Peygamberdir. Geliniz Ona tâbi olalım da
dünyada ve âhırette selâmet bulalım.
Öldürülmesinden
korktu
Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip homurdanarak dışarı
çıkmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere
gidemediler. Heraklius Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle
kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve;
- Ey Rum cemâ’ati,
benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dîninize olan bağlılığınızı ölçmek
içindi. Dîninize bağlılığınızı ve beni sevindiren davranışınızı şimdi gözlerimle
gördüm, dedi.
Bunun üzerine Rumlar Heraklius’a secde ettiler. Köşkün
kapıları açıldı ve çıkıp gittiler. Heraklius, Hz. Dıhye’yi çağırıp olanları
anlattı. Bahşişler, hediyeler verdi. Peygamberimize bir mektup yazdı. Mektubu ve
hazırlattığı hediyeleri Hz. Dıhye ile Peygamberimize gönderdi.
Heraklius, Müslüman olmak istemişse de, makâm ve ölüm korkusundan îmân
etmedi. Peygamberimize yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Hz. Îsâ’nın
müjdelediği Allahın Resûlü Muhammed’e Rum hükümdârı Kayser’den, Elçin mektubunla
birlikte bana geldi. Ben şehâdet ederim ki sen Allahın hak Resûlüsün. Zaten biz
seni İncil’de yazılı bulduk ve Hz. Îsâ seni bize müjdelemiş idi. Rumları sana
îmân etmeye da’vet ettim. Fakat îmân etmeye yanaşmadılar.
Beni dinleselerdi
Onlar beni dinleselerdi
muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup, sana
hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzû ediyorum.”
Hz. Dıhye,
Heraklius’tan ayrılıp Hismâ’ya geldi. Yolda Şenar vâdisinde Huneyd bin Us, oğlu
ve adamları Hz. Dıhye’yi soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar.
Bu mevkide Dübey bin Rifâe bin Zeyd ve kavmi, İslâmiyeti kabûl etmişlerdi.
Hz. Dıhye bunlara geldi. Bunlar Hüneyd bin Us ve kabîlesinin üzerine
yürüyüp Dıhye’den aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar.
Daha sonra
Efendimiz Zeyd bin Hâris’i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. O
beldede olanların hepsi îmân etti. Bu mes’ele böylece kapandı.
Hz. Dıhye
Medîne’ye gelince, evine uğramadan hemen doğruca Resûlullahın kapısına gitti.
İçeri girdi ve bütün olanları anlattı. Peygamberimize Heraklius’un mektubunu
okudu.
- Onun için bir müddet daha saltanatta kalmak
vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam
edecektir, buyurdu.
Heraklius daha sonra da Peygamberimize îmân
ettiğini bildiren mektup yazmış ise de Resûlullah efendimiz;
- Yalan söylüyor. Dîninden dönmemiştir, buyurdu.
Mektubu muhâfaza
ettiler
Heraklius Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp,
altından yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Heraklius ailesi bu
mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektup ellerinde
bulunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söylerler ve buna inanırlardı.
Hakîkaten de öyle olmuştur. İslâm kumandanlarından onu görmek isteyenlere:
(Bize baba ve dedelerimiz, “Bu mektup elinizde kaldıkça saltanat bizden
gitmeyecektir” diye tenbîh etmişlerdir) demişlerdir.
Dıhye-i Kelbî
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve simâ olarak en güzellerindendir. İsmi; Dıhye
bin Halîfe bin Ferve bin Fedâle bin Zeyd İmrü’l-Kays bin Hazrec olup, Dihyet-ül
Kelbî diye meşhûr olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir.
Bedir
gazâsı dışındaki Resûlullahın bütün gazvelerine iştirak eden Hz. Dıhye, Hz. Ebû
Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük
savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya
yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muaviye zamanında, Şam’da 672’de vefât
etti.