Ah Keşke!

Okul çıkışında limon ağaçlarının ruhunu saran korkularının arasından evine giderdi. Kanının en deli aktığı, bir bastığı yere bir daha basmadığı, bıyıklarının yeni yeni terlemeye başladığı en güzel yılları...

Her akşam, dönüşünde, Hatice Yengesini camda görmeye alışıktı. "Hayırdır inşallah" dedi. Neden bu akşam ortalıklarda gözükmüyordu. Gayri ihtiyari gidip kapıyı çaldı. Karşısındaki çocuk da kimdi? Yavaş ve ufak adımlarıyla içeri girdi. Aman Allah'ım neler olmuştu. Hatice yengesine. Saçları pamuk tarlası gibiydi. Yüzünde çizgiler belirmiş, üstelik felç olmuş yatıyordu. Şu kapıyı açan çocuk neden Hatice yengesine "babaanne" diyordu. Oysa daha geçen yıl gelin gelmişti mahallelerine.

Gördüklerine hiçbir anlam veremedi. Oradan çıkıp bakkala gitmeyi düşündü. Gözlerine inanamadı. Bakkal Ali amcasının, içinde üç kişinin zor hareket ettiği dükkan koskocamandı. İçeriye girince daha da şaşırdı. O alışıldık taze ekmek kokusunun yerine mahallenin süslü olarak tabir ettiği Ayşe hanımın kokusuna benzer bir koku almıştı. İçeride ne ararsan vardı. Oyuncakçı Salih dedesi, manav Rıza amcası, kasap Hayri abisi de buraya taşınmıştı herhalde. Etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Tanıdık bir sima aradı. Herkes ne kadar yabancıydı. Yüksek tavanlar gibi raflar başını döndürdü. Ne kadar çok yazar kasa vardı. Kasalardan birine yaklaştı: "İkiyüzelli gram bisküvi, on tane de hayat şekeri alacaktım." Dedi Şaşkınlık sırası kasiyerdeydi. "Ne istedin, anlayamadım bey amca?" dedi. Hayreti bir kat daha artmıştı. Kasiyer çocuk en çok yirmili yaşladaydı. Kendisine neden "beyamca" demişti.

Deliriyor muydu yoksa? Başı döndü. Gözleri karardı. Bir an önce koşup kurtulmak istedi oradan Bisküviden-şekerden vazgeçmişti. Nasılsa birazdan malum şekerci geçerdi sokaktan Annesi de, tadını başka hiçbir yerde bulamayacağı, nefis kurabiyelerinden yapmış omalıydı. Ama o da nesi? Bitkin hissediyordu kendini, değil koşmaya güç getirmek, adımlarını bile zor atıyordu.

Çıkacağı sırada gözü kapıya akseden görüntüye takıldı. Arkasına döndü. Kimsecikler yoktu. Tekrar cama baktı. Elini oynattı. Evet görüntü de aynı hareketi yapmıştı. İnanamadı. Saçları bembeyaz olmuş, yakındığı sivilceleri gitmiş. Ama bir ağacın gövdesi gibi girintili. Çıkıntılı olmuştu yüzü. Bu çökük omuzlar, bükülmüş bel, fersiz gözler kendinin miydi? Şu camdaki bir zamanlar kızların yüreğini hoplatan deli fişek genç miydi?

Ne çabuk geçmişti onca yıl? Annesi "Oğlum namaz kıl, cumaya git, orucunu tut" dediğinde "Daha çok gencim, yaparım acelesi yok" dediği gün değil miydi?

Şimdi onca yılın namazı, orucu nasıl kaza edilirdi? Hangi bedenle? Hangi sıhhatle? Gücü yeter miydi? Ömrü kafi gelir miydi?

Tövbe edecek kadar zamanı var mıydı? "Ah Keşke" dedi. "Keşke anamı-babamı dinleseydim. Keşke beni Yaratan'a karşı görevlerimi yapsaydım. Haram yemeseydim. Ömrümü meyhane köşelerinde harap etmeseydim. Ah keşke. Keşke..."

Artık "keşke"lerin bir faydası olmadığını o da biliyordu aslında.

ALTINOLUK dergisinden alınmıştır