Okul çıkışında limon
ağaçlarının ruhunu saran korkularının arasından evine giderdi. Kanının en deli
aktığı, bir bastığı yere bir daha basmadığı, bıyıklarının yeni yeni terlemeye
başladığı en güzel yılları...
Her akşam, dönüşünde,
Hatice Yengesini camda görmeye alışıktı. "Hayırdır inşallah" dedi. Neden bu
akşam ortalıklarda gözükmüyordu. Gayri ihtiyari gidip kapıyı çaldı. Karşısındaki
çocuk da kimdi? Yavaş ve ufak adımlarıyla içeri girdi. Aman Allah'ım neler
olmuştu. Hatice yengesine. Saçları pamuk tarlası gibiydi. Yüzünde çizgiler
belirmiş, üstelik felç olmuş yatıyordu. Şu kapıyı açan çocuk neden Hatice
yengesine "babaanne" diyordu. Oysa daha geçen yıl gelin gelmişti
mahallelerine.
Gördüklerine hiçbir anlam
veremedi. Oradan çıkıp bakkala gitmeyi düşündü. Gözlerine inanamadı. Bakkal Ali
amcasının, içinde üç kişinin zor hareket ettiği dükkan koskocamandı. İçeriye
girince daha da şaşırdı. O alışıldık taze ekmek kokusunun yerine mahallenin
süslü olarak tabir ettiği Ayşe hanımın kokusuna benzer bir koku almıştı. İçeride
ne ararsan vardı. Oyuncakçı Salih dedesi, manav Rıza amcası, kasap Hayri abisi
de buraya taşınmıştı herhalde. Etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Tanıdık bir sima
aradı. Herkes ne kadar yabancıydı. Yüksek tavanlar gibi raflar başını döndürdü.
Ne kadar çok yazar kasa vardı. Kasalardan birine yaklaştı: "İkiyüzelli gram
bisküvi, on tane de hayat şekeri alacaktım." Dedi Şaşkınlık sırası kasiyerdeydi.
"Ne istedin, anlayamadım bey amca?" dedi. Hayreti bir kat daha artmıştı. Kasiyer
çocuk en çok yirmili yaşladaydı. Kendisine neden "beyamca"
demişti.
Deliriyor muydu yoksa?
Başı döndü. Gözleri karardı. Bir an önce koşup kurtulmak istedi oradan
Bisküviden-şekerden vazgeçmişti. Nasılsa birazdan malum şekerci geçerdi sokaktan
Annesi de, tadını başka hiçbir yerde bulamayacağı, nefis kurabiyelerinden yapmış
omalıydı. Ama o da nesi? Bitkin hissediyordu kendini, değil koşmaya güç
getirmek, adımlarını bile zor
atıyordu.
Çıkacağı sırada gözü
kapıya akseden görüntüye takıldı. Arkasına döndü. Kimsecikler yoktu. Tekrar cama
baktı. Elini oynattı. Evet görüntü de aynı hareketi yapmıştı. İnanamadı. Saçları
bembeyaz olmuş, yakındığı sivilceleri gitmiş. Ama bir ağacın gövdesi gibi
girintili. Çıkıntılı olmuştu yüzü. Bu çökük omuzlar, bükülmüş bel, fersiz gözler
kendinin miydi? Şu camdaki bir zamanlar kızların yüreğini hoplatan deli fişek
genç miydi?
Ne çabuk geçmişti onca
yıl? Annesi "Oğlum namaz kıl, cumaya git, orucunu tut" dediğinde "Daha çok
gencim, yaparım acelesi yok" dediği gün değil
miydi?
Şimdi onca yılın namazı,
orucu nasıl kaza edilirdi? Hangi bedenle? Hangi sıhhatle? Gücü yeter miydi? Ömrü
kafi gelir miydi?
Tövbe edecek kadar zamanı
var mıydı? "Ah Keşke" dedi. "Keşke anamı-babamı dinleseydim. Keşke beni
Yaratan'a karşı görevlerimi yapsaydım. Haram yemeseydim. Ömrümü meyhane
köşelerinde harap etmeseydim. Ah keşke.
Keşke..."
Artık "keşke"lerin bir faydası olmadığını o da biliyordu aslında.
dergisinden alınmıştır