FARKLILIKLARLA ZENGİNLEŞMEK
Ebubekir Sifil

Yeryüzünde hangi insan bir diğeri ile tıpatıp aynıdır? Doğuştan gelen, çevreden, yetişme tarzından ve daha birçok kaynaktan edindiğimiz farklılıklar, her birimizi ayrı bir dünya kılmaya yetiyor. İlâhi kanun böyle...

Ayrı bir dünya. Bütün bir kainatın özeti olan, özünü taşıyan ayrı dünyalar. Kainatta nasıl sayısız oluş ve renk varsa, görünüşlerimize ve iç dünyalarımıza da o kadar çeşitlilik yansıyor.

Evet; her insanı farklı bir dünya olarak kabul eden bir geleneğin çocuklarıyız. İnsanların farklı mizaç, huy ve karakter yapıları ile birbirinden ayrıldığını kabul eder ve o farklılıkları ile benimseriz.

“Ben tevhid ve müsamaha ile gönderildim” (Ahmed b. Hanbel) buyuran bir peygamberin ümmeti olarak başka türlü bir tutum içinde olmamız zaten mümkün değil.

Tevhid ve müsamaha... Bu iki kavramın yanyana zikredilmesi nasıl da manidar!

İnsanlara getirdiği en temel iki ilkeyi “tevhid” (haniflik) ve “müsamaha” şeklinde ifade buyuran Efendimiz s.a.v. hayatı boyunca farklılıkları tabii karşılamış ve insanları tektipleştirmek gibi bir düşünce içinde asla olmamıştır.

O, kalpleri Bir ve Ebedi Olan’a bağlarken, hayatları ahlâkın en güzeli ile nakış nakış bezerken, insan fıtratının renklerini asla soldurmamıştır.

Aksine, söz ve uygulamalarında her biri ayrı mizaç ve karakterdeki müminleri birbirleriyle ünsiyet etmeye ve dostluk bağlarını kuvvetlendirmeye teşvik gayretini görüyoruz.

HOŞ GÖRMEK, HOŞ GÖRÜLMEK

Bu meyanda alabildiğine bol örnek arasından seçtiğimiz bir hadis-i şerifte, Efendimiz s.a.v. şöyle buyurur: “Mümin, başkasıyla hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen kişidir. İnsanlarla güzel geçinmeyen ve kendisiyle güzel geçinilmeyen kimsede hayır yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Teberanî)

Bu hadis-i şerife yakından bakıldığında, insanların farklılığını bir vakıa olarak kabul eden bir yaklaşım dikkat çeker. Yani anlamamız gereken şu: Bütün insanların huy, ahlâk ve seciye olarak birbirine benzemesini beklemek beyhude olduğu gibi, esas marifet, farklı yapıdaki insanlarla ülfet ve ünsiyet edebilmek ve onlar tarafından da hüsn-i kabul ile karşılanacak bir tavır içinde olmaktır. Burada asıl dikkat çeken ise, Efendimiz s.a.v.’in “mümin”i, kendisinde bu özellik bulunan insan olarak tarif etmiş olmasıdır.

Bu demektir ki, müminin öne çıkan vasıflarından biri de, çatışmacı olmamasıdır. Hakların muhafazası, kötülüklere, yanlışlara ve zulme boyun eğmeme gibi yine müminin temel vasıflarından olan hallerin bu ifadelerden istisna olduğunu söylemeye ise sanıyoruz gerek yok.

KARDEŞLİKTEN ÖTE NE VAR?

Yüce Kitabımız bizleri kardeş ilan ederken dikkat  çekici bir ifade kullanır ve şöyle buyurur: “Müminler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat, 10)

Bu ayetin, “innemâ” lafzı ile başladığına dikkat çekmek isteriz. Bu ifade, başına geldiği cümlenin anlamını bir noktaya toplar ve başka türlü olamayacağını gösterir. Ayetin bu şekilde başlaması, müminlerin sadece ve sadece kardeş olabileceklerini belirtmekte ve müminler arasındaki ilişkinin başka bir mecrada seyredemeyeceğini vurgulamaktadır.

Şu halde Yüce Allah tarafından kardeş kılınan ve birbirlerine başka gözle bakmaları mümkün olmayan müminler, bu yakınlığın gerektirdiği hukuku muhafaza etmek zorundadırlar. Bunun için de, kimi konularda farklı düşünceler taşıdıkları veya farklı tercihlere yöneldikleri gerekçesiyle birbirlerini dışlamak, aşağılamak ve küçümsemek gibi bir tavır içinde olamazlar, olmamalılar. Eğer herhangi bir sebeple kardeşler arasında bir kırgınlık vuku bulmuşsa, yukarıdaki ayete göre yapılması gereken ise, kardeşlerin arasını düzeltmek ve kardeşlik hukukunun muhafazasının devamını sağlamanın yollarını aramaktır. 

Hatta bir başka ayette iki mümin grubun birbirleriyle savaşacak derecede aralarının bozulabileceğine işaret edilmekte ve şöyle buyurulmaktadır: “Eğer müminlerden iki grup vuruşurlarsa, aralarını düzeltin. Şayet biri diğerine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah’ın emrine) dönerlerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve adil olun. Allah, adil olanları sever.” (Hucurat, 9)

İnsan tabiatine bu derece gerçekçi yaklaşan Yüce Kitabımız, sadece iki mümin grubun arasının birbiriyle savaşacak derecede açılacağı durumlar olabileceğini belirtmekle kalmamakta, aynı zamanda böyle durumlarda nasıl davranılması gerektiğini de açıkça izah etmektedir.

ÖLÇÜLER, SINIRLAR

Bütün bu söylediklerimiz üzerine akla şöyle bir soru gelebilir: Acaba insanlarla iyi geçinmenin bir sınırı yok mu? Başkalarından gelen her türlü kötü söz ve davranışı hoşgörü ve tahammülle karşılamak durumunda mıyız?

Elbette insanlara güzellikle muamele etmenin de şartları ve sınırları vardır. Kaynaklarımızda bu sınırı belirleyen en önemli hususun itikadî farklılıklar olduğu belirtilir. Bu konuda İmam Gazalî k.s.’nin çizdiği çerçeveyi kendi ifadeleriyle ve kısaltarak aktarıyoruz:

“İtikadı bozuk kimseler üç kısımdır: Birinci kısım inkârcılardır. Eğer inkârcı kimse müminlerle savaşıyorsa öldürülmeyi veya esir edilmeyi hak eder. Ona bunun dışında bir muamele yapılmaz ve kötü davranılmaz. Müslüman toplum içinde bulunan müslüman olmayanlara (zımmîlere) gelince, onlara eziyet etmek ve kötü muamelede bulunmak caiz değildir...

İkinci kısım, insanları bid’atine davet eden bid’atçilerdir. İnsanları teşvik ettikleri bu bid’at, küfre götüren bir bid’at ise, böyle kimseler zımmîlerden kötüdür. Kendisine zımmîlik statüsünün gerektirdiği gibi müsamaha edilmez.

Eğer bunların bid’ati itikadî olarak küfre götüren bir bid’at değilse, bu kimselerin Allah Tealâ ile aralarındaki halleri inkârcıların durumundan daha hafiftir. Ancak bu kimseyi reddetmek ve bid’atini önlemeye çalışmak, inkârcıyı reddetmekten daha önemlidir. Çünkü inkârcının kötülüğü başkasına sirayet etmez. Müslümanlar onu inkârcı olarak tanır ve sözlerine kıymet vermez. Kendisi de müslüman olduğunu ve doğru itikat üzere bulunduğunu iddia etmez. Ama başkalarını bid’atine çağıran ve bid’atinin hakikat olduğunu iddia eden kişi halkı aldatır. Dolayısıyla onun kötülüğü başkalarına da sirayet eder. Bu sebeple böyle kimselere duyulan buğzu açığa vurmak, dostça davranmayıp kendilerinden yüz çevirmek, bid’atleri sebebiyle durumlarının çirkinliğini ilan etmek ve insanların onlardan uzak durmalarını sağlamak daha kuvvetli bir müstehaptır.

Avamdan olup, bid’atinin propagandasını yapmaya muktedir olmayan ve kendisine uyulacağından korkulmayan bid’atçilere gelince, bunların durumu daha ehvendir. Böyle kimselere nasihat ve tatlılıkla muamele etmek evlâdır...” (İhya)

MÜMİNLERİN HATALARINDA TAVIR

İmam Gazalî k.s., itikadı sağlam olduğu halde iş ve amelinde isyankâr olanları da üç kısma ayırarak nasıl bir tutum takınılacağını izah eder:

“Birinci kısım en kötü olanıdır. Bunların yaptığı kötülüklerin zararı başkalarına dokunur. Zulüm, gasp, yalancı şahitlik, gıybet, dedikodu... yapanlar böyledir. Bu gibi kimselerle ilişkiyi kesmek ve kendilerinden yüz çevirmek en uygun davranıştır.

İkinci kısım, kadınlı erkekli sefahat alemleri düzenleyen ve insanların bu gibi günahlar işlemesine zemin hazırlayanlardır. Bunlar her ne kadar insanlara dünyevî olarak eziyet ve zarar vermezlerse de, dinî bakımdan zarar verirler. Bunlar ilk gruba yakın olmakla birlikte onlardan daha ehvendir. Çünkü başkasının malına, canına veya ırzına ilişmeden işlenen günahlara kul hakkı karışmadığı ve bu gibi fiiller yalnız Allah ile kul arasında kaldığı için affı birinciden daha kolaydır. Ancak bu gibi kimseler yalnız kendileri günah işlemekle kalmayıp, başkalarını da bu günaha davet ettikleri için onlardan da yüz çevrilmelidir.

Üçüncü kısım, kötülükleri başkalarına sirayet etmeyip kendilerinde kalanlardır. Başkasına zararı dokunmayacak şekilde içki içenler, farzlardan birini terkedenler veya dinin yasak ettiği bir şeyi başkasını etkilemeyecek şekilde yapanlar böyledir. Bunların durumu daha hafiftir. Bununla birlikte bu gruba giren bir kimse o kötü fiili işlediği anda kendisine tesadüf edilirse engellenmelidir. Çünkü münkerden sakındırmak vaciptir.

Böyle kimselerin işlediği kötü fiil sonradan duyulur, bu fiilde ısrar ettikleri  öğrenilir ve nasihatin kendilerine fayda vereceği kesin olarak bilinirse, böyle kimselere nasihat etmek vaciptir. Nasihatin kendisine fayda vereceği kesin olarak değil de bir ihtimal olarak bilinirse, efdal olan yine öğüt verip onu o kötülükten men etmektir. Nasihatin  fayda vermediği ve o günaha devam ettiği bilindiği takdirde, kendisiyle ilişkiyi kesip kesmemekte farklı görüşler vardır.

Hz. Peygamber s.a.v. zamanında bir adam birkaç kere içki içerken yakalanmış ve her defasında cezalandırılmıştı. Bir keresinde Sahabe’den bir zat o kişi hakkında, “Allah’ın lanetine uğrayasıca! Ne de çok içki içiyor!” deyince Rasul-i Ekrem s.a.v., “Kardeşinin aleyhinde şeytana yardımcı olma!” (Buharî) buyurdu. Bu hadis, böyle kimselere yumuşak davranmanın, şiddetle muamele etmekten daha evlâ olduğunu gösterir.” (İhyâ)

FİKRİ VE TARZI FARKLI DİYE...

İmam Gazalî k.s.’nin çizdiği bu çerçevenin, itikadî ve ameli bakımdan yanlış yolda olanlara karşı takınılacak tavırla sınırlı olduğu, dolayısıyla üzerinde durduğumuz konunun sadece bir boyutunu izah ettiği açıktır. Zira özellikle günümüzde eksikliğini hissettiğimiz bir hususun, yani müslümanlar arasında bulunması gereken ülfet ve muhabbetin önündeki tek engel bu değildir.

İtikadî ve amelî bakımdan herhangi büyük bir kusur ve yanlışlık içinde olmadığı halde, sırf  meşrep ve metod farklılığı ve hatta giyim-kuşam biçimi sebebiyle insanların dışlandığı vakıasının da burada altını çizmemiz gerekiyor. Bu tavır hangi kesimden gelirse gelsin ve kime karşı yapılmış olursa olsun yanlıştır.

Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Eğer dışlama sebebi, fıkhın farz veya vacip sınıflarına girmeyen; bir başka deyişle mübah, müstehap veya mendup gibi kategorilerden birisine giren bir tercih sebebiyle vuku buluyorsa, bu kesinlikle yanlış bir tavırdır. Böyle konularda hiç kimsenin başkasını kınama, tahkir etme, dışlama ve sakındırma hakkı yoktur.

Hatta alimlerimiz, hükmü mezhepler arasında ihtilaf konusu olmuş bir ameli işleyen kimsenin bundan sakındırılmasının doğru olmadığını söylemiştir. Kaynaklarımızda bu konuyla ilgili olarak zikredilen kural şudur:

Eğer işlenen herhangi bir fiil, açık bir ayet veya hadisle yahut icma ile çelişmiyorsa ve hükmü müçtehidler arasında ihtilaflı ise, böyle bir fiili işleyen kimse bundan men edilmez. Bu kural doğrultusunda, mesela satranç oynamak, keler ve sırtlan eti yemek, sarhoş edecek dereceye gelmemiş hurma şırası içmek gibi hususlarda kendi mezhebinin görüşüyle amel eden kimse bundan men edilmez.

“DOSTLUK, DİNİN YARISIDIR”

Böyle durumlar sebebiyle müminler arasındaki sevgi, bağlılık ve dostluk bağlarının zedelenmesine yol açacak davranışlarda bulunmak ve hele bunu “dinî hassasiyet” adına yapmak, kabul edilebilir bir davranış değildir. Zira kendi yolunca bir doğruyu ayakta tutayım derken bir harama yol açmanın ne aklî, ne de dinî bir dayanağı olabilir.

“Dostluk dinin yarısıdır”, “Rabbim insanlarla dostça geçinmemi emretti ve insanlara gizli düşmanlık/kin beslememi yasakladı”, “Aklın, Allah’a imandan sonra ilk göstergesi insanlara dostça muamele etmektir”, “Allah bir kulunu sevdiği zaman ona insan sevgisi bahşeder” (İbn Muflih, el-Âdâbu’ş-Şer’iyye) gibi hadisler, müminler arasında nasıl bir ilişkinin kaim kılınması gerektiğini açık bir şekilde anlatır.

Dinin açık ve kesin hükümlerine itirazsız, kayıtsız ve şartsız boyun eğilmesi gerektiği noktasında farklı düşünmek mümkün değildir. Ancak özellikle “mübah”ların oluşturduğu, insanların zevkine, beğenisine ve tercihine bırakılmış alanlarda müslümana yakışır bir geniş yüreklilik ve hoşgörü halinde olmamız gerektiğini aşağıdaki hadis-i şerif izah etmeye yeter.

EN KÖTÜLERİMİZ KİMLER?

Bir keresinde Efendimiz s.a.v. “Size en kötülerinizin kimler olduğunu haber vereyim mi?” buyurdu. Orada bulunanlar, “Evet ey Allah’ın Rasulü” dediler. Efendimiz s.a.v., “İnsanların küçük hatalarını ve mazeretlerini kabul etmeyenlerdir” buyurdu ve şöyle devam etti: “Size bunlardan daha şerli olanı haber vereyim mi?” Oradakiler yine “Evet ey Allah’ın Rasulü” diye mukabele ettiler. Efendimiz s.a.v., “İnsanlara kin besleyen ve insanların da kendisine kin beslediği kişidir” buyurdu. (İbn Abdilberr)

İnsanlarla dostluk ilişkisi kurabilmek için onların, ihtilafa açık konularda bile bizim gibi düşünüp davranması gerektiğini bir önkabul olarak ortaya sürmek, hatta onların hatasız olmasını beklemek, kardeşlik hukukunun zayi olması için yeterlidir. Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehârî’nin şu tavsiyesi özellikle günümüz için söylenmiş gibidir:

“Gidişatı kötü, fasık, facir,  günahkâr ve zalim bir kişi, eğer Ehl-i Sünnet’e mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, abid bir kişi eğer heva ve bid’at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda  birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yolu sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam.” (İbn Muflih)

İmam Gazalî k.s.’nin yukarıda naklettiğimiz ifadeleriyle çelişkili gibi görünse de, el-Berbehârî’nin bu sözünün, Ehl-i Sünnet’e mensup müminlerin aralarındaki bağları kuvvetlendirmeye matuf  olduğunu ve bu noktanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamayı amaçladığını söyleyebiliriz.

Hal böyle iken Ehl-i Sünnet çerçevesinden çıkmayan ve günahlarda ısrarcı da olmayan her hangi bir kimseyi, mezhep veya meşrep farklılığı sebebiyle ya da sırf  falan alimi daha çok seviyor ve onun tarzını benimsiyor veya falancanın kitaplarını okuyor diye dışlamanın hikmetten ne kadar nasipsiz bir davranış olduğunu anlamak zor değildir.

Özellikle müminler olarak aramızda yakınlaşma ve ülfet tesisine her zamankinden çok muhtaç olduğumuz şu dönemde, itikada ve helal-haram sınırına dokunmayan meselelerde birbirimizi kırmak, gücendirmek ve dışlamak ne akla, ne dine, ne de maslahat ve hikmete uygun düşer.