Sonbaharın sonlarına doğru, serinliğin
kendisini hissettirmeye başladığı günlerden birinde, insanlardan uzak, denize
yakın bir yerde, pardesüsüne sarılmış bir halde bir bankın üzerine oturmuş ve
önündeki sakin manzaraya dalıp gitmişti Cem. İş günlerinden biriydi. Genç iş
adamı o gün biraz erkence çıkmış, böyle zamanlarda çoğunlukla yaptığı gibi,
vapurdan indikten sonra evine dönerken yolu uzatmış, günün biriken kaygı ve
sıkıntılarını boşaltmak için tabiatla beş on dakikalığına da olsa baş başa
kalmak istemişti.
Bir martıyı takibe koyuldu. Belli bir amacı
yok gibiydi martının. Hemen hemen hiç kanat çırpmadan süzülüyor, dönüyor, pike
yapıyor, bir süre denize paralel şekilde ve durgun sudaki yansımasıyla yarış
edercesine uçuyor, sonra yine yükseliyordu. Kanatları sabit bir şekilde dönerek
yükseliyor, yükseldikçe çizdiği daireler genişliyor, belli bir yüksekliğe
vardıktan sonra kendisini planör gibi hava üstünde kaymaya bırakıyordu. Bir bale
gösterisini izlercesine martıyı seyretti Cem. Müzik olarak, sessizlik eşlik
ediyordu gösteriye.
"Ne
görüyorsun?"
Bir ses duyar gibi oldu, irkildi. Sağına
soluna bakındı. Kimse yoktu. Tekrar gösteriye dönmek istedi. Martıyı göremedi.
Ufka meyletmiş güneşin ışığı gözünü almıştı. Birkaç saniye sonra martı güneşin
bulunduğu taraftan uzaklaşınca tekrar Cem'in görüş alanına girdi. Fakat seyir
yine kesintiye uğradı.
"Ne
görüyorsun?"
Yine kimseler yoktu etrafında. Fakat sesi
duyduğundan emindi Cem. Saçlarının dibinden ayaklarının ucuna kadar dalga dalga
yayılan bir ürperti hissetti.
"Korkman gereksiz," dedi ses. "Basit bir soru
sordum sadece."
Genç adam yutkundu. Gelip geçenlerin
bulunmadığından emin olmak için etrafı kolaçan etti. Kendi kendisine konuşan bir
adam görüntüsü vermek istemiyordu. "Martı" diye
fısıldadı.
"Onun yerinde olmak istiyorsun, değil
mi?"
Az önce genç adamın aklından geçen, buna
yakın birşeydi. Bu uçuşun martı açısından nasıl bir serüven teşkil ettiğini
düşünmüştü. Fakat ses, konuyu başka bir tarafa
çekti.
"Aslında onun gibi özgür
olabilirsin."
"Ben zaten
özgürüm."
Tiz perdeden bir kahkaha sesi yankılandı genç
adamın kafatasında. O kadar. Başka bir cevap gelmedi. Artık birisiyle konuşmakta
olduğundan şüphesi kalmamıştı genç adamın. Alaya alınmak ise canını sıkmıştı.
Ayağa kalktı. Bir iki adım attıktan sonra hızla geriye döndü. Az önce oturduğu
yere doğru seslendi:
"Ben özgürüm dedim. Hayatım boyunca kimsenin
ne tutsağı oldum, ne kölesi!"
"Sen öyle zannet" cevabı, hemen yakınından
geldi. "Bak şu kuşa. Karışanı, görüşeni var mı? Nasıl uçacağını kimseye soruyor
mu? Yiyip içtiğine kimse sınır koyuyor
mu?"
Martılar iki olmuştu. Bir süre, suya paralel
şekilde beraberce uçtuktan sonra, ikisi de ayrı ayrı yönlere ayrılarak
uzaklaştılar. Genç adam hangisini seyretmeye devam edeceğini düşünürken, ses
gittikçe fısıltıya dönüşerek, fısıltıya dönüştükçe de yaklaşarak ve beyninde
yankılanarak devam ediyordu.
"Bir de kendi haline bak. İstediğini
yiyemezsin. İstediğini içemezsin. İstediğin yere gidemezsin. İstediğin kimseyle
istediğin herşeyi yapamazsın. Attığın her adım, aldığın her nefes gözetim
altında. Sen buna mı özgürlük
diyorsun?"
Bir an bocaladı genç adam. Fakat sesin neden
söz ettiğini anlaması uzun sürmedi. Bunu anlayınca da sesin sahibini
tanımıştı.
"Sen," dedi, "sen
Şeytansın."
"Evet," dedi sesin sahibi. "Beni
tanıdın."
"Tanıştığımıza hiç memnun olmadım. Şimdi
yolumdan çekil ve beni rahat
bırak."
"Acele etmemeni tavsiye ederim," dedi Şeytan.
"Bakarsın, sana iyiliğim
dokunabilir."
"Şuna iyilik değil de şeytanlık
desene."
"Nasıl dersen de. Ama seninle ömür boyu
beraber olduğumuzu da unutma. Buradan kovsan başka yerde karşına çıkarım. Hiç
ummadığın zamanda, hiç görmediğin taraftan senin yolunu keserim. Kendine en
güvendiğin zamanda seni şaşırtırım. İyisi mi seninle açıktan açığa konuşalım.
Hâlâ çekip gitmemi istiyor musun?"
Kafası iyice karışmıştı Cem'in. Konuşanın
Şeytan olduğu kesinleşmişti; ama son söyledikleri doğruya benziyordu. Acaba
Şeytan ara sıra da olsa doğru söyler
miydi?
"Hareketlerinde özgür olmadığını sen de
biliyorsun. Her ânının gözetlendiğine inanıyorsun. Her hareketinin
kaydedildiğini ve hepsinden hesaba çekileceğini düşünüyorsun. Kendi keyfince
geçirebileceğin bir an bile yok
hayatında."
Genç adam, avazının çıktığı kadar "Defol!"
diye bağırmaya hazırlanırken, birden bire, Şeytanın söylediklerinin kendisine
pek de yabancı gelmediğini hatırladı. Benzer şeyleri bir yerlerde çeşitli
defalar işitmişti; hattâ zaman zaman kendi içinde de böyle düşüncelerin doğduğu
oluyordu.
"Bak," dedi Şeytan. "Sen de aynı şeyleri
düşünüyorsun, ama itiraf etmeye çekiniyorsun. Yoksa benimle tartışmaktan
korkuyor musun? Herhalde, inandığın şeyler, küçük bir tartışmayı kaldıramayacak
kadar çürük olmalı."
İyice
köşeye sıkıştırıldığını hissetti Cem. Çaresizlikle denize doğru bakındı. Martı
suya doğru kurşun gibi daldı, daldığı gibi ağzında birşeylerle çıkıp uzaklaştı.
Şeytanla tartışma. "Neden olmasın?" diye düşündü Cem. Madem ki bütünüyle
Şeytanın tehdidinden uzak bir hayat yaşamaya imkân yok; öyleyse görünen Şeytan
görünmeyen Şeytandan iyidir. Hiç değilse karşı karşıya geçip kozlarımızı
paylaşma imkânımız olur.
"Tamam," dedi. "Tartışalım. Ama sen bana ne
vaad ediyorsun?"
"Özgürlük," dedi
Şeytan.
"Ben zaten özgürüm" dedi genç
adam.
"Tutsak olduğunu sana benden başka söyleyen
olmadı mı? Gerçek özgürlüğü ben sana
tattıracağım."
"Nasıl?"
"Gayet basit. Takıl bana, hayatını yaşa. O
zaman sana tek tek neler yapacağını
göstereceğim."
"Senin gösterdiğin yoldan mı
gideyim?"
"Evet."
"Yani senin yap dediklerini yapacağım, yapma
dediklerini yapmayacağım, öyle mi?"
"Öyle."
"Yani sana tutsak olmamı istiyorsun. Bu mu
senin özgürlük dediğin?"
Bu, Şeytan için beklenmedik bir cevap
değildi. Fakat biraz erken
gelmişti.
"Peki, benim dediğimi de yapma. Kendi
kendinin efendisi ol. Keyfince yaşa, gönlünce takıl. İstediğini yap, dilediğin
gibi bir hayat sür."
"Yani nefsimin çektiği yöne gideyim diyorsun.
Buna da kendi kendinin efendisi olmak değil, olsa olsa nefsine tutsak olmak
derler. Senin bana özgürlük adı altında yutturmak istediğin şey, iki kölelikten
başka birşey değil. Eğer kölelik vazgeçilmez bir tercih ise, ki senin bana
sunduğun şıklardan böyle olduğu anlaşılıyor, kime köle olmak daha uygun düşer:
Allah'a mı, sana mı, nefsimize mi? Haydi, sen cevap
ver."
"Tamam, tamam," dedi Şeytan aceleyle. "Senin
kölelikten kurtulmaya niyetin yok, anlaşılan. Bari bütün bütün köle olma. Bir
orta yol bul kendine."
"Nasıl olacak
o?"
"Eğer görünmeyen bir varlığa saygı
göstereceksen göster; ama niçin onu hayatının her ânına karıştırıyorsun? Sen de
herkes gibi olsana."
"Eğer O hayatımın her ânına karışmayacaksa,
Ona kulluk etmenin ne yararı olabilir? Hayatımın bütünüyle Onun gözetimi altında
olmasını ben senin gibi tutsaklık saymıyorum; tersine, en büyük özgürlük ve
mutluluk biliyorum. Benim kalbimden geçenleri bilemeyecek birisinin önünde ben
niye eğileyim? Bana bir nefes bağışlayamayana, hastalandığımda bana şifa
veremeyene, bir haksızlığa uğradığımda beni dinlemeyene, şükrettiğimde benim
ağzımdan çıkanı işitmeyene, ayağıma batan bir dikenden haberi olmayana ben niçin
yalvarayım?"
"Bir de Allah için herşeyden yüce, herşeyden
büyük dersiniz. O kadar yüce bir varlığın işi gücü yok da senin ayağına batan
dikenle mi uğraşacak? Bir düşünsene, yeri ve gökleri idare eden birisinin
huzuruna çıkıp, Benim ayağım kanadı, acısını dindir' diye yalvarıyorsun. Bir
çocuğun kayıp misketi için sultana başvurması gibi
birşey!"
"Aslını istersen, ondan daha da ötede. Çünkü
Allah o sultandan daha büyük; ben ise Allah karşısında o çocuktan daha da
küçüğüm."
"Hah, şöyle," dedi Şeytan. "Akıllı birine
benziyorsun. Seninle anlaşacağımızı
biliyordum."
"Acele etme," dedi, kıs kıs güldü Cem. "Ne
demişler, acele işe şeytan karışır. Allah'ın küçük işlerle uğraşmaması
gerektiğini söylüyorsun, öyle değil
mi?"
"Öyle."
"Peki, sence ne kadar büyük işlerle
uğraşmalı? Diken ayağıma batacağı yerde gözümü çıkarsa, Onun huzuruna çıkmak
için bir mazeret yakalamış olur
muyum?"
Cevap vermedi Şeytan. Sözün nereye varacağını
anlamış, yahut anlamaya çalışıyordu. Cem devam
etti:
"Gözümün çıkması, benim için hiç kuşkusuz,
ayağımın kanamasından büyük bir olay. Ama Allah için öyle mi? Hayır. Bütün
insanların bütün istekleri bir araya gelse, Allah için büyük birşey olur mu?
Yine hayır." Deniz ufkunu işaret etti Cem. Güneş, uzaktaki dağların üzerine
iyice yaklaşmıştı. "Şu dağlara büyük desen, Dünyanın büyüklüğü yanında hiç
kalır. Dünyaya büyük desen, Güneşin tek bir alevi onun binlercesini birden
yutar. Güneşe büyük desen, sadece Samanyolunda onun gibi yüz milyarlarcası var.
Samanyoluna büyük desen, evrende onun gibi yüz milyarlarcası var. Dünya üzerinde
nefes alıp veren insanlardan herbirine bir düzine yıldız versen Samanyolunu, bir
o kadar galaksi versen evreni tüketmiş olmazsın. Şimdi bir daha söyle bakalım,
bay Şeytan, bu âlemde küçük neye denir, büyük neye
denir?"
(Devam edecek...)