CANLAR ÖLESİ DEĞİL
Erol Uzun

Dükkanı şehrin çıkış kapısında bulunan bir bakkal vardı. O kapıdan ne zaman bir cenaze çıksa, yanında bulundurduğu testiye bir meyve çekirdeği atar ve bir ay sonra da onları sayarak:

- Bu ay şu kadar kişi testiye düştü, derdi.

Bir gün o da Öldü. Epey zaman geçmişti ki, ölümünden habersiz bir dostu ziyaretine geldi. Onu göremeyince komşularına sordu:

- Burada oturan bakkala ne oldu?

Dediler ki:

- O da testiye düştü...

İşte bu fani alemden gelip giden yolcuların hikayesi... Herkes ve her şey hakkında söylenen, bir varmış, bir yokmuş...

Toprak bizim “sadık yarimiz...” Gelinen o, sonunda gidilen de o. Fakat, toprak olmaya yüz tutmuşların mezarını zihnimizin ve şehrimizin dışına çıkaralı, toprak olmak daha çok korkutur oldu bizi. “Yüzünü toprağa indir dembedem” dizesi, unutulmuş bir hattatın levhasında, ya da sahipsiz bir duvarda asılı kaldı çoktandır.

Saçı ağarmadan toprak olanların maceraları da destanlardan silindi artık. Ya yoluna toprak olunası sevgililer?.. Kurda kuşa hükmeden Süleymanlar, Levlâke sırrının muhatabı Ahmetler, güzeller güzeli Yusuflar... Hepsi “dönünüz” emrine boyun eğip toprağı kucaklamadılar mı?

Erenlerin nazarı toprağı gevher eder

Erenler kademinde toprak olasım gelir.

Ölüm; en değişmez hakikatimiz. Zaman öldükçe yaklaşır ölümün de zamanı. Bize uzak olanı bize getiren de, bize yakın olanı uzağa götüren de hep aynı postacı. “Ölmeden önce ölünüz ki, hakikat sabahına dirilesiniz” der Mevlâna. Ve “düğüne koşar gibi” koşar ölüme.

Ve Aşık Yunus bir söz söyler, işitenler şad olası:

Ten fanidir can ölmez, ölenler geri gelmez

Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil...