Zamanın en gür sesi Bediüzzaman Said Nursî
“Hz.
Mevlânâ benim zamanımda gelseydi Risâle-i Nur’u; ben Onun zamanında gelseydim
Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı, şimdi ise Risâle-i Nur
tarzındadır” diyen Bediüzzaman Said Nursî, 42 sene evvel Urfa’da hayata
gözlerini yummuştu.
1878 yılında Bitlis’in Hizan kazasının İsparit
nahiyesinin Nurs köyünde doğan Said Nursî, Urfa’da bir Ramazan günü vazifesini
bitirmişti.
O zamanın şartları altında, normalde yıllarca sürmesi gereken
medrese eğitimini keskin zekâsı, fevkalâde hafızası ve diğer üstün kabiliyetleri
sayesinde 3 ay gibi inanılması zor bir sürede tamamlamıştır.
Medresede aldığı
dînî ilimlerin yanında, kendi özel ilgisi ile fen ilimlerinde yaptığı
çalışmaları da beraberce yürütmüştür. Daha gençlik yıllarında devrin basınını
(gazetelerini) takip ederek dünya ve ülke gerçeklerini, problemlerini öğrenmiş,
gelişmeleri takip etmiştir. Tesbit ettiği problemlerin ancak eğitimle
halledileceğine karar vermiş ve o andan itibaren hayatının sonuna kadar en büyük
amaçlarından biri olan “Din ve fen ilimlerinin beraber okutulacağı bir
üniversite kurulması” fikrini takibe başlamıştır. 1907 yılında İstanbul’a gelmiş
ve bunun için çalışmalarda bulunmuştur. Bu çalışmalarda çeşitli vesîlelerle ilmî
yeterliliğini zamanın âlimlerine, idarecilerine kabul ettirmiş, gazetelerde
yazılar, makaleler yazarak fikirlerini yaymaya başlamıştır.
1909’da 31 Mart
olayında yatıştırıcı rol oynadığı halde yargılanarak sonunda beraat
etmiştir.
Birinci Dünya Savaşında gönüllü birliklerin komutanı olarak savaşa
bizzat katılmış. Savaş sırasında İşârâtü’l-İ’câz tefsirini yazmış, sonunda
Ruslara esir düşmüştür. Rusya’da esaretten kurtulduktan sonra İstanbul’a tekrar
gelmiş, bu kez Darü’l-Hikmeti’l- İslâmiye’ye üye seçilerek hizmetlerini burada
devam ettirmiştir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatı boyunca en büyük
özelliği; hangi ilimden, hangi konudan olursa olsun, sorulan her soruya
tereddütsüz anında tatmin edici cevap vermesiydi.
Başka bir özelliği, 4
devirde yaşamış olmasıdır. Mutlâkiyet/Padişahlık, Meşrûtiyet, tek partili
Cumhuriyet ve çok partili demokrasi devirlerini çeşitli yer ve şartlarda yaşamış
ve o durumun özelliğine göre hizmetlerini yapmıştır.
Bütün hayatı boyunca
kendi hizmet devrelerini ve şahsiyetini ise üçe ayırmıştı. Eski Said, Yeni Said
ve Üçüncü Said devreleri.
Her devrin hizmet metodu farklı olmasına karşın
söyledikleri aynı idi. Tek dâvâsı, iman ve Kur’ân hakikatlerinin yayılması
idi.
Bir mağarada da olsa, aynı hakikatleri düşünmüş, bir vali konağında da
olsa onun için çalışmıştır. Yıllar boyu hapishanelerde imanî ve Kur’ânî
hakikatlerin yayılmasını sağlamıştır.
Yakın tarihin en çok tartışılan ve
hakkında konuşulan bir şahsıdır. Padişahlarla, başbakanlarla, cumhurbaşkanları,
milletvekilleri ve gazetecilerle fikir alışverişinde bulunduğu gibi, zamanı ve
yeri geldiğinde hamallarla, bedevîlerle, çobanlarla da konuşarak onları irşad
etmiştir.
Hayatı boyunca her devirde dâimâ müsbet hareket prensibine sâdık
kalarak hizmetlerini yürütmüş ve talebelerine de en önemli vasiyeti bu olmuştur.
130 parça ve 6000’i aşkın sayfadan oluşan eserlerini toplumun her kesimi
için (çocuklar, gençler, ihtiyarlar, siyasetçiler, ırkçılar, hıristiyanlar,
hocalar vs.) yazmış ve hepsinde akla yatkın, kalbleri tatmin eden, vicdanlara
seslenen bir etki yapmıştır. İlk olarak 1899 yılında Arapça Kızıl İ’caz adlı
kitabını kaleme alan Said Nursî, 1949 yılında son olarak On Beşinci Şuâ’yı
bizlere hediye etmiştir. Bu arada talebeleri ile devamlı Lâhika Mektupları ile
iletişim kurmuştur.
1899-1926 arasında kaleme aldığı eserlerinin bir kısmını
Arapça olarak yazmış, 1926’dan sonra Sözler ile başladığı eserlerini ise tamamen
Türkçe olarak yazmıştır.
Şimdiye kadar çeşitli dillerde ve ülkelerde binlerce
kitap, araştırma, tez ve makaleye konu olan Üstad Bediüzzaman Said Nursî’yi,
hâlâ tam olarak anlamış değildir insanlık. Anlattığı olayların, yaşadığı
hayatın, savunduğu fikirlerin ve yazdığı hakikatlerin özüne inmek bizlerden
sonraki nesillerin de tek gayesi olacaktır.
O, ilmin doruk noktasıydı. O,
vehbî ilim sahibiydi. İlmini, gerçek ilim sahibi olan Alîm-i Mutlak’ı anlatmak,
tanıtmak için kullanmıştı.
20. yüzyılda Türkiye’de, yalnızca dînî sahada
değil, en genel anlamda yetişen en önemli şahsiyetlerinden biridir. Bütün ömrü
sürgünlerde, hapislerde, mahkeme salonlarında geçmiştir. Yani mücadeleci bir
ruha sahipti.
Yine bütün ömrü; okuma, yazma, tartışma, soruları cevaplama ve
fikirlerini yaymayla geçmişti. Yani bir fikir adamıydı.
Ruşen Çakır onu,
“Hürriyet aşığı savaşçı bir molla” olarak tanımlamaktaydı.
Urfa’da bir otel
odasında öldüğünde, tereke hâkiminin tesbitiyle dünya malı olarak bir cübbe, bir
sarık, bir ibrik, pamuklu çamaşır, lastik ayakkabı ve 20 lirası kalmıştı.
Ve
bir devir kapanmış; son müceddid, görevini, eserlerine ve talebelerine
bırakmıştı.
Fahri UTKAN