GÖZLER ÖNÜNDEKİ BU GALERİYİ SEYREDELİM!

Safvet SENİH

.
Cenab-ı Hak Kur'ân'da "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kâdirdir. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve 'Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru', derler." diyor. (Âl-i İmran, 3/186).

Merhum M. Hamdi Yazır bu âyet hakkında diyor ki: "Bu üç hal (ayaktayken, otururken, yatarken) insanın bütün hallerini içine alır. Hattâ bedene ait hareketleri içine aldığı gibi, yükselme, ortada durma, düşme gibi halleri de ihtiva eder. Demek ki, bu tam akıl sahipleri, her ne halde bulunurlarsa bulunsunlar, kalbleri Allah'ı zikirden başka bir şey ile tam güven zevkini bulamadığından, Allah'ı zikretmekten gaflet etmezler, gönülleri İlâhî murakabeye dalmıştır. (...) Akıl sahiplerinin böyle Allah'ın zikrine devam etmeleri ile vasfedilişleri, dinî terbiyede terakki etmiş halis kullar olduklarına işaret eder ki, bu vasıf burada bahis konusu olan tefekkür suretiyle keşif ve müşahade edecekleri ilimlerin, fenlerin geçmiş bir şartı demek olur. Bununla beraber, bunun bir geçmiş şart olmayıp, düşüncenin bir ayrılmaz gereği olması da mümkün görünür. Görünür âlemden, gayb âlemini okuyabilen, vehim ve şüphelerinden uzak, nefse ait ilgiler ve karanlık engellerden sıyrılmış, hâlis, gidişatın gerçeklerini ve sıfatların hü

kümlerini düşünen, mülkün tavırlarını ve gayb âleminin sırlarını gözeterek, melik, yaratıcı olan Allah-ü Taâla'nın san'atının inceliklerini ve kudretinin alâmetlerini görebilen bu tam akıl sahipleri, bütün hallerde Allah sevgisi ile dopdolu olarak Allah'ı anarlar. Göklerin, yerin aklı hayrette bırakan durum ve yaratılışının hikmeti hakkında düşünceye girişir, her meselede hakkın emrini anlamak ve gereği üzere amel ederek görevi yerine getirmede başarılı olmak için hükümler ve İlâhî tasarrufların cereyan şeklini gösteren sır ve yaratılış nizamını telâkkiye ve keşfe çalışırlar." (Hak Dini Kur'ân Dili 2. Cilt, 485, 486)

İster âfâkî (dış âlemde) isterse enfüsî (iç âlemde) tefekkür olsun, mühim olan "ulu bir nazar" ile bakabilmektir. Eşyayı hallaç edenler eğer ulu bir nazarla, tenteneli olan maddî ve cismanî perdeleri aşamamışlarsa, büyük bir derinliğe ve ufuk enginliğine ulaştıkları söylenemez. Maddenin dar kalıpları içinde kalanlar, cismanî engellerin ötesindeki gaybî âlemlerin güzelliklerini hissetme ve lâhutî zevk ve hazları duyma gibi ulvî konumlara karşı gönül gözleri kapalıdır. Harika sanatları, Allah'ın birer mührü, kudret kaleminin hayretengiz birer nakşı olarak görebilmek çok mühim. Yoksa bakar kör olma ihtimâli var.

Kabukları birer ambalajdan başka bir şey olmayan meyvelerin dış güzelliği bile ressamlara ne şahane tablolar ilham ediyor. Bahar, gelinlikler giymiş gibi süslü meyve ağaçlarının, ihtişamlı mücevherlere benzeyen beyaz, pembe çiçekleri ile gönlümüze ferahlık veriyor. Üstelik her meyvenin tadı, kokusu ve yapısı bambaşka...

Cenab-ı Hakk'ın renklerle vurduğu nakışlar ise insanı rengin ve zengin bir âleme çekiyor. Göklerde, yeryüzünde, bütün cazibe ve büyüleyiciliğiyle deniz diplerindeki sanat eserlerinin, meselâ narin, zarif bir minyatür halindeki böceğin, altın rengindeki akvaryum balığının, kanatları en itinalı nakışlarla bezenip mühürlenmiş kelebeğin, rengarenk kanatlarına yaldızlamalar yapılmış tavusun ve argüs sülününün zarifliğinde İlâhî Kudret'in estetik sanatlarının incelikleri her göze çarpacak kadar âşikârdır.

Endonezya kara tavuğunun "Lir" müzik âletine benzeyen güzel kuyruğu ile cennet kuşunun, taçlardaki sorgucu andıran süslü kıyafetindeki âhenkli renkler ne kadar hayranlık uyandırmaktadır!

Denizlerde istiridye kabukları içinde, incinin meydana gelmesi, antozoa denilen polip cinsinin beyaz, kırmızı ve siyah mercanın varlığına vesile olması da yine güzellik ve zarifliğin Yaradanı'na aittir. Çeşitleri yüzbini bulan deniz kabuklarının bazıları son derece hoşa giden renklerinden ve zariflikten dolayı eski devirlerde para yerine kullanıldıkları gibi, hâlen güzel salonları da süslemektedirler.

Gümüş pullarla süslü parlak yaratıklar, insanı târif edilmez bir şaşkınlığa ve hayranlığa düşürüyor.

İbretle bakanlar için, sardunya deniz kadar mavidir, güneş parladığında onları sudan ayırmak zor olur. Çünkü suların altı, bir sirk, bir şiir, daima değişen bir karnavaldan başka bir şey değildir. Kambur karagözler, palyaçolar ve meş'um yüzlü bir büyücü bulunur. Bu balık bol kara cübbesini bir dekorda şişiren sihirbazı andırır. Palyaço balığının, sanki una bulanmış ve daha sonra çilek reçeli kavanozuna düşmüş gibi komik bir görünüşü vardır. Okyanus bir müzeyi ve bir palyaço tiyatrosunu andırır.

Tropiklerdeki mercan yataklarında çok yavaş kımıldayan kamelon balıkları bulunur. Bunlar bir moda mecmuasının ressamının gıpta edeceği renklerle yetinmezler, ayrıca sık sık renk değiştirmek vasfına da sahiptirler. Bu balıklar birkaç dakika içinde sanki altı veya yedi kılık değiştirmiş gibi renklerini koyulaştırıp, hafifletirler. Yosunların canlı filizlerini kemiren tavşan balığı yaprak yeşili, açık pembe veya koyu kırmızı olabilir. Kaplumbağa veya köpek balıklarının sırtlarına yapışarak onları yem bulabileceği derinliklere sürükleyen kılavuz balığı da sırasıyla yeşil, süt beyaz veya koyu gümüşî renkleri alır.

İlk önce beyazdan başlayan mercan balığı daha sonra pembe, al ve siyahımsı bir renk alır. Aslında mercan avcılarının dedikleri gibi balık yaşadığı mercan tarlalarının renk âlemine bürünür.

Güney Pasifik denizlerinin arslan balığı pembe ve açık mavi renkte olmasına rağmen düşmanla karşılaşınca şeytan boynuzlarını andıran kara yüzgeçlerini açar ve kan renginde hançerlere benzeyen sivri tüylü kuyruğunu şişirerek suları yarar.

Dişi "Betta" balığı yumurtalarını bıraktığı yuvanın etrafında, elle boyanmış gibi nazik renklerle bezenmiş kanatçıklarını açarak, kapatarak ve etrafta dönerek görülmeye değer, şahane bir semaa başlarlar. Fakat bir çoğumuz hâlâ, Yaradan'ın büyüklüğüne deniz dibindeki esrarengiz dünyadan habersiz bir gafletle sadece onun yüzündeki dalgaları delil göstermeye çalışırız. Ah! Sathîlikten sıyrılıp bilebilsek ki, kendi ruhumuz dahil, herşeyin derinliklerinde neler var. Bir anlamaya çalışabilsek...

Bu güzel meseleyi Prof. Dr. Nihat Tarlan'ın bir yazısıyla bitirmek istiyorum: "Napoli'de Mercelline sahillerinde deniz hayvanlarının kabuklarından sanatkârâne şekillerde yapılmış biblolar satılır. Bu sergilerden birini seyrediyordum. İnsan eli büyüklüğünde bir manzara karşısında hayretle irkildim. Bu bir deniz mahlûkunun kabuğu idi. Benim diyen bir ressamın yapamayacağı kadar renkli, parlak bir tablo karşısındaydım. Yeşil rengin türlü nüanslarından sedefin içinde tatlı bir siklâmen rengi dalgaların baygın beyazlığına kadar binbir rengin yaldızlı pırıltılarına bürünmüş bir tablo...

Bu renkler öyle bir âhenk içinde şekilleniyordu ki, hayran oldum. Bu canlının adını sordum: "Patella" dediler; midye cinsindenmiş.

Bu kabuğun içi birkaç gün evvel gezdiğim Napoli krallarının muhteşem süslü saraylarından daha canlıydı.

Bu müstesna sanatkârla konuştum:

- "Patella", dedim, "bu tabloyu muhakkak sen yaptın. Sen yaptın ya bu renkleri, bu yaldızları, bu sedefleri nereden buldun? Evet, bu birbirinin içinde bir musiki parçası kadar ahenkle sarmaş dolaş olmuş renkleri muhakkak sen bulup yerli yerine yerleştirdin. Bunda tereddüdüm yok. Ama bu san'atı nerden öğrendin. Sen de Napoli kralları gibi kendi çapında bir saray yaptın. Orası öyle, bunu bu insan aklımla iyi biliyorum. Ama merak ediyorum, onu bu derece muhkem ve ölçülü nasıl yaptın? Bunu senin mini mini bünyene göre yapmak isteyen bir mimar kim bilir ne kadar çalışır? Sen mimarîyi nerden öğrendin? Görüyorsun ya, insanım; oldukça aklım ve mantığım var. Bütün bunları senin yaptığını biliyorum da bazı teferruat hakkında şüpheye düşüyorum."

Patellâ renkli sarayının menevişleri arasından bana gülüyordu ve şöyle diyordu: - "Dostum ne yazık, aldanıyorsun! Sen fırçayı ressam sanıyorsun. Evet san'atı san'atkâr, kalemi kâtip zannetmek hataların en büyüğü olsa gerek..."