Hiç şüphesiz bütün insanlar gibi Filistinliler de, çocuklarının üzerine titremekte, onlara büyük değer vermektedirler. Aşağıda biraz daha ayrıntılı olarak ele alacağımız üzere işgal kuvvetlerinin Aksa İntifadası'nda özellikle çocukları hedef almalarının birinci amacı aileleri yıldırmak suretiyle onları direnişten vazgeçirmekti. Bu da ailelerin çocuklarına değer ve önem verdiklerinin göstergesidir. Bunun yanı sıra Filistinli aileler çocuklarını ateş hattına sürerek kendileri geri planda kalıyor değiller. Onlar da çocuklarıyla yan yana, omuz omuza işgale karşı direniyorlar. Aksa İntifadası görüntülerini inceleyenler, zaman zaman yetmiş yaşındaki bir ihtiyarın yedi yaşındaki bir çocukla birlikte işgal kuvvetlerini taşladığını, yine orta yaşlı kadınların genç çocuklarla birlikte siyonist vahşete direndiklerini göreceklerdir. Bu durum da Filistinli ailelerin çocuklarını ateş hattına sürerek kendilerinin geri planda kaldıkları iddialarının asılsızlığını ve tutarsızlığını ortaya koymaktadır. Ancak siyonist işgal kuvvetlerinin saldırılarında özellikle çocukları hedef almaları sebebiyle son Aksa İntifadası'nda öldürülenler arasında çocukların oranı bir hayli fazla oldu.
İşgale karşı direnişte çocukların ve gençlerin orta yaşlılara ve yaşlılara nispetle daha çok rol aldıkları, işgal kuvvetlerini taşlayanların arasında çocuk yaşta sayılabilecek olanların daha büyük bir yekûn oluşturdukları gerçeği ise inkarı mümkün olmayan bir vakıadır. Ama bunun sebebi siyonist işgal kuvvetlerinin iddia ettiği şeyler değildir. Burada daha başka sebepler bulunmaktadır. Çocukların ve gençlerin direnişte daha fazla rol almalarında ailelerinden aldıkları eğitim ve kültürün bir etkisinin olması da doğal bir durumdur. Ancak bunu ailelerin çocuklarını ateş hattına sürmeleri olarak değil, ailelerin onlara verdiği direniş, özgürlük ve bağımsızlık ruhunun pratiğe yansıması olarak izah etmek gerekir.
İşin gerçeğinde İsrail işgal devletinin birinci derecede çocukları hedef alması Filistin halkının evlatlarına ne kadar değer verdiğinin bir göstergesidir. Çünkü belirttiğimiz üzere işgal kuvvetleri çocukları hedef alırken onların ailelerini yıldırmayı amaçlıyordu.
İşgalcilerin bir diğer amacı ise direnişe katılan diğer çocukları yıldırmak ve onları direnişten vazgeçmeye zorlamaktı. Fakat ailelerinin onlara kazandırdıkları fedakarlık ruhu ve cesaret bu konuda da işgal kuvvetlerinin amaçlarını gerçekleştirmelerine engel olmuştur.
İşgalcilerin çocukları özellikle hedef alarak öldürmelerinin önemli amaçlarından biri de onları daha büyük tehlike arz edecekleri çağa gelmeden önce ortadan kaldırmaktır. Çünkü işgal kuvvetlerinin çocuklarla uğraşmaları ve onları ortadan kaldırmaları gençlerle uğraşmalarından daha kolay olmaktadır. Gençlik yaşına gelenler işgal kuvvetlerini daha çok zorlamaktadırlar. Bu yüzden işgal kuvvetleri, kendilerini ileride zorlayacaklarını düşündükleri çocukları daha çocuk yaştayken ortadan kaldırmayı ve geleceğin "tehlike"lerini şimdiden yok etmeyi daha kolay ve külfetsiz gördüklerinden, tercih etmektedirler.
Siyonist vahşetin çocuklara yönelik saldırıları Aksa İntifadası'nın başlangıcından itibaren sürekli devam edegeldi. Bu yüzden Aksa İntifadası'nda ölenlerin ve yaralananların en az yarısını çocuklar oluşturdu. Bu yüzden biz de çocukların öldürülmesi konusunu bir dosya halinde ayrıntılı olarak ele almak istedik.
Babasının arkasına sığınarak siyonist işgalcilerin yağdırdığı kurşun yağmurundan korunmaya çalışan Muhammed Cemal ed-Durre'nin hunharca katledilmesi olayı siyonist vahşeti dünyaya tanıtan önemli bir olay olmuştu. Bu sebeple Muhammed Cemal ed-Durre Aksa İntifadası'nın adeta sembolü haline geldi. Ancak aşağıda anlatacağımız olay ed-Durre'nin şehadeti olayından daha çok yürekleri parçalayan bir şehadet olayıdır.
Ahmed Ali Hasan el-Kavasimi, 12 Ocak 1985 tarihinde el-Halil'de dünyaya gelmişti. Mücahit bir aileye mensuptu ve 9'u erkek, 5'i kız toplam 14 kardeşin on üçüncüsüydü. Henüz 15 yaşındaki Ahmed el-Kavasimi, el-Halil'deki Kral Halid İlköğretim Okulu'nun dokuzuncu sınıfına gidiyordu. Okulunun çalışkan ve zeki öğrencilerindendi. Arkadaşları ve öğretmenleri onu çalışkanlığıyla, sakinliğiyle ve güzel ahlaklılığıyla tanımışlardı. Okuldan çıktıktan sonra ve tatil günlerinde de ailesinin geçimine katkı için çalışıyordu.
Onun dikkat çeken bir yönü de şehitlere özenmesiydi. Ne zaman birinin şehit olduğunu duysa: "Keşke ben onun arkadaşı olsam!" diye temennide bulunurdu. Çatışmasız gösteri yürüyüşlerinin çoğuna katılıyordu. Muhammed Cemal ed-Durre'nin şehit edilmesinden de çok etkilenmişti. Şehit edilenlerin cenazelerine katılmak ve yüzlerini görmek için özel bir çaba sarf ederdi.
Fakat çatışma ortamlarına pek girmiyordu. Bu yüzden de kimse onun bir gün şehit edileceğini pek tahmin etmiyordu. Hatta ağabeyi Ziyad'ın söylediğine göre o öldürme olaylarına sadece televizyon ekranlarında şahit olmuştu.
Ahmed, 8 Aralık 2000 tarihinde, Filistin'deki değişik grupların Batı Yaka'nın el-Halil şehrinde ortaklaşa düzenledikleri yürüyüşe katıldı. Yürüyüşte herhangi bir çatışma filan olmadı. Yürüyüşün bitmesinden sonra küçük Ahmed, Hamza Ebu Uşhaydem'in kabrini ziyaret etmek istedi. Bu ziyaret olayına şahit olanların verdikleri bilgiye göre o zaman siyonist işgal kuvvetlerinin attığı mermilerden biri Ahmed'in ayağına isabet etti. Hemen Ahmed kendilerine ilk yardımda bulunmaları için etrafındakilerden imdat istemeye başladı. Çevredekiler onun yardım isteme seslerini ve: "Anne! Anne!" diye bağırdığını duydular. Fakat hemen o esnada siyonist işgalci askerlerden biri Ahmed'in yaralandığı yere geldi. Derhal Ahmed'i yere yatırarak ensesine ayağıyla bastı. Sonra da kafasına namluyu dayayarak bir mermi sıktı. Ardından da hiç vakit kaybetmeden olay mevkiinin hemen yakınında bulunan askeri mevzisine doğru kaçtı.
Küçük Ahmed kafasına kurşun sıkılmasına rağmen henüz sağdı ve yakınında bulunan gençlerden biri onu acil müdahale için hastaneye götürmek istedi. Fakat siyonist asker engel oldu. Bu arada Ahmed'in kafasından kanlar akıyordu. Ahmed'i hastaneye götürmek isteyen gencin ısrarları üzerine siyonist asker engel olma işinden vazgeçmek zorunda kaldı. Derken Ahmed yakındaki Halk Hastanesi'ne kaldırıldı; ama hastaneye ulaştırıldığında artık tıbben ölmüş durumdaydı.
Bu olaya orada birçok kişi şahit oldu. Ama ne yazık ki, Ahmed el-Kavasimi'nin böyle vahşice ve hunharca katledilmesi olayı esnasında Muhammed Cemal ed-Durre'nin şehit edilmesi olayında olduğu gibi kameralar bulunmadığından siyonist gaddarların burada sergiledikleri vahşet ekranlara yansıtılamadı.
Ahmed el-Kavasimi'nin ailesi de Aksa İntifadası'nın başlamasından buyana ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştı. Siyonist işgal rejiminin bir kuklası gibi çalışan sözde özerk yönetim ailenin erkek çocuklarından dört tanesini çeşitli gerekçelerle tutuklamıştı. Bu gençlerin tutuklanması doğal olarak aileyi ekonomik yönden de büyük sıkıntılara soktu. Çünkü ailenin geçimi onların çalışmasıyla sağlanıyordu. Baba Ali el-Kavasimi görme özürlü olduğundan çalışma ve ailenin geçimini sağlama imkanından mahrumdu.
el-Kavasimi ailesinin direkleri olan gençleri tutuklayan kukla özerk yönetim gençlere çok ilginç suçlamalar yöneltti. Bunların başında gelen ise HAMAS mensubu olmaktı. İkinci suçlama ise işgal devletinin hedeflerine yönelik eylemler gerçekleştirmekti. Kukla özerk yönetimin adamları altı aydan beridir gençlerin anne babalarının çocuklarını ziyaret etmelerine engel oluyorlardı.
Sonunda da işgalciler, hem okuluna devam eden, hem de boş kaldığı zamanlarda çalışarak ailenin geçimine katkıda bulunmaya çalışan küçük Ahmed'i hunharca katlederek aileyi iyice perişan duruma soktular.
Bu olay aslında sadece Ahmed el-Kavasimi'nin ve ailesinin değil siyonist işgal kuvvetlerinin sergiledikleri insanlık dışı vahşetle boğuşan tüm Filistin halkının karşı karşıya olduğu gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu olay sadece Ahmed'in ensesine ayağıyla basıp kafasına kurşun sıkan bir askerin değil tüm siyonist askerlerin ruh haletlerini izah etmektedir. İnsanlığın artık bu gerçeği görmesi ve bu vahşeti sergileyenlerin yıllardan beridir okudukları "barış" masalının kuru bir aldatmacadan, oyalamacadan ve göz boyamadan başka bir şey olmadığını anlaması gerekir. Göstermelik olarak "barış" görüşmesi yapan sonra da görüşmeye gelenleri pusuya düşürerek kurşun yağmuruna tutan bir vahşet anlayışından acaba "barış!" adına ne bekleniyor?
Bu olay Şaron döneminden önce yani "barışçı" dolarak lanse edilen Barak döneminde gerçekleşti. Barak döneminde böyle bir olay olur da, Şaron döneminde olmaz mı? Şaron'un iş başına getirilmesindeki temel amaçlardan biri de zaten onun tehditçi kişiliğinden yararlanılarak Filistinlilere karşı bir psikolojik savaş yürütmek değil miydi?
Şaron'un askerlerinin 5 Mayıs 2001 Pazartesi sabahı gerçekleştirdikleri vahşi saldırıda dört aylık bir bebek hayatını kaybetti. Siyonist saldırganlar söz konusu tarihte sabah erken saatlerden itibaren Gazze bölgesindeki Han Yunus mülteci kampına yönelik saldırı başlattılar. Saldırıda özellikle sivil halkın bulunduğu yerleşim birimleri hedef alındı. Saldırıda adı geçen kampta bulunan Batı, Avusturya ve Emel mahallelerine 15 top ve tank mermisi isabet etti. Bu mermilerden biri de kampın Emel mahallesinde ikamet eden Ebu Remzi Ahmed Haccu'nun evine isabet etti. Saldırı esnasında Ebu Remzi'nin hanımı ve üç kız çocuğu evde bulunuyordu. Evde bulunanlardan biri de dört aylık İman Haccu adlı bebekti. Atılan mermi evin içindekilerin üstüne yıkılmasına sebep olduğu gibi mermiden sıçrayan bir şarapnel parçası da dört aylık bebeğin karnına isabet ederek bedeninin parçalanmasına yol açtı. Diğerleri ise enkaz altından zorlukla çıkarılarak Han Yunus'taki Nasır Hastanesi'ne kaldırıldılar.
Küçük bebeğin cesedini görenler, cesedin adeta bir kömür parçasına dönüştüğüne dikkat çektiler. Olaya şahit olanlar, insanlığı siyonist vahşet karşısında harekete geçmeye ve bu iğrenç saldırıların durdurulması için gerekeni yapmaya çağırdılar.
Siyonist saldırganlar, dört aylık İman Haccu'nun annesi Suzan Haccu'nun kucağındayken hedef alındığı bu saldırıyı bir yahudi yerleşim merkezine yönelik havan topu saldırısına cevap olarak gerçekleştirdiklerini ileri sürdüler. Siyonist saldırganların bu iddialarına karşılık küçük bebeğin amcası da şu açıklamayı yaptı: "Evet, dört aylık İman Haccu suçluydu. Çünkü yahudi yerleşim merkezine yönelik havan topu saldırısını o gerçekleştirmişti. Bu yüzden de siyonistlerin tanklı ve toplu saldırılarına hedef oldu."
Dört aylık İman Haccu ailenin ilk şehidi değildi. Amcasının beş yaşındaki kızı da ondan on yıl önce birinci intifadanın ateşli bir şekilde devam ettiği günlerde siyonist saldırganlar tarafından şehit edilmişti.
Küçük bebeğin daha lohusalık döneminden yeni çıkmış annesi de saldırılarda yaralandı ve hastanede tedavi altına alındı. Genç anne kendisinin ve bebeğinin başına gelenlere üzüldüğü kadar, Müslümanların ve genelde insanlığın suskunluğuna, siyonist vahşet karşısında maşeri vicdanın harekete geçmemesine de üzülüyordu.
Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) İman Haccu adlı bebeğin şehit edilmesi olayıyla ilgili açıklamasında siyonist saldırganların hiçbir insani değer tanımadıklarına, hedef gözetmeden vahşi saldırılar gerçekleştirdiklerine dikkat çekerek buna karşılık Filistin halkının direnişle cevap vermesinin meşru bir hak olduğunu vurguladı.
Şaron'un bebek cinayetlerine bir örnek de Batı Yaka bölgesinde Ziyauddin et-Tumeyzi adlı üç aylık bebeğin öldürülmesi olayıdır. Bu vahşi cinayet de 19 Temmuz 2001 Perşembe günü gerçekleştirildi. Bu cinayette işgal güçlerinin yanı sıra "siviller" olarak nitelendirilen ama sadece giyimleri "sivil" olan yahudi yerleşimcilerin de büyük rol oynamaları dikkat çekti. Kendisini "Yolların Güvenliği Örgütü" olarak adlandıran bir yahudi terör örgütüne mensup yahudi yerleşimciler bir ticari taksiyle düğünden evlerine dönen Filistinlilere saldırarak aynı aileden üç kişinin ölümüne üç kişinin de yaralanmasına sebep oldular. Öldürülenlerden biri de sözünü ettiğimiz Ziyauddin et-Tumeyzi'ydi. Saldırı yahudi teröristlerin kullandığı aracın hedef alınan kişileri taşıyan ticari taksiye yanaşması ve tabanca kurşunlarının sıkılması suretiyle gerçekleştirildi. Üç aylık Ziyauddin de tam alnına isabet eden kurşunlarla hayatını kaybetmişti. Belli ki saldırganlar onu özellikle hedef almak suretiyle öldürmüşlerdi.
Sivil oldukları ileri sürülen teröristlerin mensup oldukları Yolların Güvenliği Örgütü adlı terör örgütü Ariel Şaron'un fikirleri doğrultusunda kurulmuş ve bir tür özel tim gibi görev yapıyordu.
Bunlar siyonist vahşetin bebek ve çocuk cinayetleri konusunda verdiğimiz örneklerdir. Aksa İntifadası döneminde kasten hedef alınarak veya sorumsuzca mermi ya da bomba savrulması suretiyle öldürülen bebek ve çocuk sayısının hayli fazla olduğunu belirtmemize gerek yoktur herhalde.
Normalde Filistin özerk yönetiminin kontrolünde olan Beytu Cala kasabasına siyonist işgal devletinin işgal güçleri 28 Ağustos 2001 tarihinde girdiler. Siyonist saldırganlar o tarihten önce de normalde özerk yönetim kontrolünde olan muhtelif Filistin şehirlerine ve kasabalarına girerek bombalama yapmış, birçok kişinin ölümüne, çok sayıda insanın yaralanmasına ve pek çok evin de yerle bir edilmesine sebep olmuşlardı. Ancak birçok şehirde Filistinlilerin kuvvetli direnişleriyle karşı karşıya geldiklerinden birkaç saatten fazla tutunamayarak geri çekilmek zorunda kalmışlardı. 28 Ağustos 2001 tarihinde başlayan Beytu Cala işgalinde ise dünya kamuoyunun dikkatinden kaçan veya haber ajanslarının siyonist vahşet karşısında maksatlı bir körlüğü tercih etmesi sebebiyle dikkatlerden uzak tutulan bir vahşete başvurulmuştu. O da Beytu Cala kasabasına giren siyonist saldırganların çoğunu yetim çocukların oluşturduğu pek çok Filistinliyi kendilerine canlı kalkan edinmeleriydi.
Alınan bilgilere göre İsrail işgal güçleri Beytu Cala kasabasına girdikten sonra bir sığınma yerine sığınmış olan ve çoğu babasız yetim olan 45-50 civarında Filistinli çocuğu ele geçirdi, sonra Filistinlilerin silahlı eylemlerinden kendilerini korumak için onları kalkan olarak kullanmaya başladılar. İşgal kuvvetleri ayrıca el-Ayide mülteci kampına girerek 30 kadar Filistinliyi tutukladı ve zincirlere bağlayıp götürdüler. İşgal kuvvetleri bu kişileri de aynı şekilde Filistinlilerin silahlı müdafaalarına karşı canlı kalkan olarak kullanmaya başladılar.
Ne yazık ki siyonist işgalcilerin bu vahşi uygulamaları büyük ölçüde gözlerden ve dikkatlerden kaçtı. Bunun sebebi ise uluslararası siyonizmle ve çağdaş sömürge güçleriyle işbirliği içinde olan haber kaynaklarının siyonist vahşet karşısında körlüğü tercih etmeleri ve olayları dünya kamuoyuna sürekli saptırarak yansıtmalarıydı.
BM'in Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin birinci maddesinde aynen şöyle denmektedir: "Taraf devletler, bu sözleşmede yazılı olan hakları kendi yetkileri altında bulunan her çocuğa, kendilerinin, ana babalarının veya yasal vasilerinin sahip oldukları, ırk, renk, cinsiyet, dil, siyasal ya da başka düşünceler, ulusal, etnik ve sosyal köken, mülkiyet, sakatlık, doğuş ve diğer statüler nedeniyle hiçbir ayrım gözetmeksizin tanır ve taahhüt ederler. " Oysa Filistin'deki çocuklar sırf Müslüman ve Filistinli kimliklerinden dolayı ayrıma tabii tutulmanın ötesinde, zulüm ve vahşetin her çeşidine maruz kalmaktadırlar. Ama BM teşkilatı sözünü ettiğimiz sözleşmeyi İsrail işgal devletine karşı işletmek ve etkin tavır koymak için herhangi bir adım atmaya yanaşmadı. Bu durum aslında bu sözleşmenin uygulanmasını murakabe etme sorumluluğunu üstlenen BM'in kendisinin ayrımcılık yaptığını dolayısıyla sözleşmenin en başta birinci maddesine uymadığını göstermektedir. Çünkü siyonist işgalcilerin Filistinli çocuklar karşısında sergilediği vahşetin onda biri hatta yüzde biri Batılı çocuklara karşı sergilenmiş olsaydı BM ve onun yan kuruluşları hemen harekete geçer, kıyameti koparırlardı. Biz elbette ki, Batılı çocukların haklarının gözetilmesine ve onların zulme maruz kalmaları durumunda tepki gösterilmesine karşı değiliz. Biz, hangi soydan ve dinden olursa olsun sorumluluk yaşına gelmemiş çocukların suç işlemeleri durumunda bile onlara karşı ceza değil ıslah ve eğitim uygulamalarına başvurulması gerektiğine inanan insanlarız. Ama çocuk haklarıyla ilgili prensiplerin bütün dünya çocuklarına eşit şekilde yansıtılması, ayrımcılık yapılmaması gerekir. Ne var ki "modern dünya" olarak lanse edilen çağımız dünyasındaki güç odakları "haklar ve özgürlükler" konusunu sürekli ağızlarına sakız yapmalarına rağmen, kendi kafa yapılarındaki yönetimlerin hak ihlalleri ve özgürlükleri kısıtlamaları karşısında suskunluğu tercih etmekte, hak ihlallerinin önüne geçmeyi bir yana bırakın tavır koymaktan, tepki anlamına gelen açıklamalar yapmaktan bile çekinmektedirler. Çünkü bu tür açıklamalar yapmaları durumunda sergilenen zulüm ve vahşetin dünya kamuoyunun gündemine geleceğinden dolayısıyla insanlığın en azından düşünce platformunda sorgulama yapacağından çekinmektedirler.