İTTİHAD-I
İSLÂM
DÜNYADA
ASAYİŞ VE SULH’UN YOLU 2
RİSALE-İ
NUR’UN İKİ VAZİFESİ 3
AVRUPA’YA
BEDEL ÂLEM-İ İSLÂM 4
MÜSBET VE
MENFÎ MİLLİYETÇİLİK 4
CEMAATLAR
ARASINDAKİ İHTİLAF 8
İttihad-ı
İslâm yani İslâm Birliği, bütün müslümanları derecelerine göre alâkadar eden
ehemmiyetli bir mes’eledir. Zira İttihad-i İslâm sadece siyasi bir mes’ele
değildir. Bu ittihad, iki mü’minin imani kardeşlik rabıtalarıyla irtibat ve
tesanüdlerinden başlayarak tâ âlem-i İslâm genişliğinde bütün müslümanların
teavün ve teşrik-i mesailerine kadar gider.
Müslümanların
bu dinî kardeşliğinden gelen ve tesanüdden hâsıl olan muazzam kuvvetle, dinimiz,
milletimiz, vatanımız her türlü tehlike ve her çeşit düşmanlardan muhafaza
edilir ve sulh-u umumiye vesile olur.
Bunun
içindir ki, bu maddi ve manevi kuvvetin karşısında dayanamayan düşmanlar, bu
kvvetin dağılıp parçalanması için her çeşit hile ve plânlara Âlem-i İslâm’ın
ittihad ve tesanüdünü bozmaya çalışırlar.
İşte
bu bozguncuların ifsatlarına karşı
müteyakkız olmağa ve dinimizin çok ehemmiyetle emrettiği İslâm kardeşliğinin
manâ ve mahiyetini ve ehemmiyetini bilmeğe ve icablarını yapmağa gayret
göstermek gerektir.
Kur’an (8:73) âyetinde, beyn-el İslâm teavün olmazsa
büyük fesadların zuhura geleceğine dikkat
çekilmektedir.
İslâmiyet
teavünü netice verecek mühim vazife
ve düsturlar getirmiştir. Meselâ, teavün ve İttihad-I İslâm için haccın
ehemmiyeti çok büyüktür.
Üstad
Bediüzzaman’ın gördüğü bir rü’ya-I sâdıkası, Cihan Harbi’nin neticesi için
müjdeler verirken, hac hakkında müjdeye bedel müteessifane sükût etmiş.
Bediüzzaman bu rü’yanın sükûtunu şöyle anlatır.
«Rü'ya hacda sükût etti. Çünki haccın ve
ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazab ve kahrı celbetti. Cezası da
keffaret-üz zünub değil, kessaret-üz zünub oldu. Haccın bahusus tearüfle
tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaîyi tazammun eden içindeki siyaset-i
âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana
milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar
etti.
İşte Hind, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında
oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine
yardım ettiği şahıs bîçare valideleri olduğunu "ba'de harabi'l Basra" anlıyor.
Ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arab, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı
da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımıyarak öldürdü, şimdi vaveylâ
ediyor.
İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu
gafletle bilmiyerek öldürmesine yardım etti, vâlide gibi saçlarını çekip âh u
fizar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan
sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında
dünyada uzun seyahatler ettirildi.
» (Sünuhat
Tuluat İşarat sh: 54)
Demek
haccın büyük hikmeti; İslam dünyasının istiklâliyet ve selâmetini muhafaza ve
devamı için, senede bir yapılan bir nevi büyük şûrâsı olmasıdır.
Bu
muazzam vazifenin en mes’ul vazifedarları, Osmanlı ve Arab taifeleri olduğunu
anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise
İslâmiyet'tir. Ve hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı
itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal'ası hükmünde Arab ve Türk
hakikî iki kardeş, o kal'a-i kudsiyenin
nöbettarlarıdırlar.
İşte bu kudsî
milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor.
Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile
mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine manen, lüzum olsa maddeten yardım eder.
Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine
bağlıdır.» (Hutbe-i Şamiye sh:
54)
«Azametli
bahtsız bir kıt'anın, şanlı tali'siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin
reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.» (Mektubat sh: 55)
Üstad
Bediüzzaman Hazretleri 1909 senesinde neşrettiği bir makalesinde diyor
ki:
«Bu zamanın en büyük farz vazifesi,
ittihad-ı İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib ve muhit
ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettirenbir silsile-i nuranîyi
ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş
ve emr-i vicdanî ile sevketmektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 90)
Hem
yine Bediüzzaman Hazretleri, 1911 senesinde Şam’da Cami-i Emevî de irad ettiği
Hutbe-i Şamiye namı ile kitap olarak neşredilen hutbesinde İttihad-i İslâm’ın
ehemmiyeti hakkında şu izahatı veriyor:
«Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i
Emevî'deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvan-ı
Müslimîn! "Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun
için mazuruz."diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil.
Tenbelliğiniz ve "Neme lâzım" deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile,
milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük
bir zarar ve bir haksızlıktır.» (Hutbe-i Şamiye sh:
55)
«Ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş
veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki
bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet'in
mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam
yardım ettiler.
Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de
gayet büyük ve ulvîdir. Hususan
kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî
bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi
küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i
İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti
görecek.» (Hutbe-i Şamiye sh: 57)
Bediüzzaman
Hazretleri, Türkiye’de Demokrat Parti hükümeti zamanında, devlet idarecilerine
hitaben yazdığı ikaznamesinde, anarşizme karşı tek çarenin İttihad-I İslâm
olduğunu beyan ederek diyor:
«Bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak
ve ancak hakikat-ı Kur'aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu
tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu
milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh:
24)
Yine
1950 sonrası İttihad-I İslâm istikametindeki müsbet gelişmeleri memnuniyetle
karşılayan Bediüzzaman Hazretleri, bir bayram tebriği vesilesiyle şunları
kaydeder:
«Aziz, sıddık
kardeşlerim!
Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İnşâallah âlem-i
İslâm'ın da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye'nin
kudsî kanun-u esasiyelerinin menbaı olan Kur'an-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup
beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var.» Emirdağ
Lâhikası-ll sh:76)
«Şimdilik
Asya ve Afrika'da inkişafa başlayan ve dörtyüz milyon Müslüman'ı birbirine
kardeş ve maddî ve manevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâm'ın, yeni teşekkül eden
İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur'an-ı Hakîm'in kudsî kanunlarının o
yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olmasından dolayı büyük bayram-ı
İslâmiyeyi tebrik... ediyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-ll
sh:101)
«Evet
o ecnebilerin, canavarlar gibi
yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve
ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm
devletlerinin teşkilini intac etmiştir. İnşâallahü Teâlâ, Cemahir-i Müttefika-i
İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran
olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümid ve niyaz ediyoruz.» (Konferans
sh:54)
Takriben
1946 senelerinde bir mektubunda, Türkiye’de Avrupa medeniyeti yerine Kur’an
hakikatleri tervic edilmezse dehşetli tehlikeler doğacağını ve Âlem-i İslâm’da
bu Müslüman Türk milletine karşı bir nefret uyanıp, İslâm birliği ve
kardeşliğine büyük zarar vereceğini ihtar eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle
der:
«Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti
kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i
beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük
bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi,
eski zaman gibi kahramancasına Kur'an'a
ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide
yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan
doğruya hakaik-i Kur'aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size
kat'iyyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın
muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve
kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan
küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal'ası ve şanlı ordusu olan
bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli
ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.
Evet hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur'an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa
küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini
serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı
durduracak; ancak İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün
mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin
hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid
milliyetin can damarı hükmünde olan
hakaik-i Kur'aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket
yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.
İkinci cereyan: Âlem-i
İslâm'daki müstemlekâtlarını kendilerine
ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi
dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve âlem-i İslâm'ın irtibatını manen kesmek ve
uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir
derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli plânı
değiştirip hariçteki âlem-i İslâm'ı okşadığı gibi; bu merkezdeki İslâmiyet
dinini okşasa, hem o da çok istifade eder, hem azîm fütuhatını bir derece
muhafaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli beladan
kurtulur.
Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver
adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen
usûlleri muhafazaya çalışıp, üç-dört
şahsın inkılab namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve
inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurları millete verilse,
o vakit üç-dört adamın seyyiesi
üç-dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin
geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla
şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azab ve
şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört
inkılabçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve
himmetiyle vücud bulan haseneleri o
üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar
edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret
olamaz.
...Hem bir müslüman, başka milletler gibi
değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıd altında kalamaz;
istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare
edilmez.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 218)
«Biz, Risale-i Nur'la, bu memleketin ve
istikbalinin en büyük iki tehlikesini def'etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok
emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen isbat etmişiz.
Birinci tehlike: Bu
memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeğe çalışan Anarşiliğe karşı sed çekmek.
İkincisi: Üçyüz elli milyon
Müslümanların nefretlerini
kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin
etmektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 128)
«Evet Risale-i Nur'a perde altında hücum
eden, Ecnebi parmağıyla bu vatandaki
milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâmın teveccühünü ve muhabbetini ve
uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde
altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki
defadır şaşırtıp, der: "Risale-i Nur ve şakirdleri, dini siyasete âlet eder,
emniyete zarar ihtimali var."
Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi
siyasetle alâkası yoktur; fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın
altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder.»
(Şualar sh:281)
Mevcut
dünya şartları müvacehesinde İttihad- İslâm’a sâik olacak pek çok esbaba rgğmen,
Âlem- İslâm’da ihtilafın kısmen de olsa devam etmesine, Bediüzzaman Hazretler’i
şöyle teessüfte bulunur:
« Cây-ı teessüf bir halet-i içtimaiye ve
kalb-i İslâmı ağlatacak müdhiş bir maraz-ı hayat-ı
içtimaî:
"Haricî
düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak" olan bir
maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu
cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm
vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'î adavetleri unutmayıp, düşmanların
hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı
içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.» (Mektubat sh:
269)
Üstad
Bediüzzaman devlet ricaline; Avrupa’ya teveccühten daha çok, İttihad-i İslam’a
ehemmiyet vermeleri gerektiğini tavsiye eden yazısında diyor
ki:
« Madem bu ittifaksızlıktan gelen za'fiyet
ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat
yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin
uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana
hükmediyor. Ve
asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar
suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor;
milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor.
Elbette ve elbette ve kat'î olarak şimdi
bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî
rüşvetin on mislini âlem-i İslâm'ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde
olacak olan dörtyüz milyon müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu
devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet
vermesi lâzım ve elzemdir.
İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatlı caiz ve vâcib rüşvet ise:
Teavün-ü İslâm'ın esası ve hediye-i Kur'anın semavî bir düsturu ve rabıtası
ve kudsî kanun-u esasîsi olan
İnnemel mu’minune
ikhvetun...ve’tesimuu bi hablillahi cemian.....vela teziru vaziratun vizra
uhra.......vela tenazeuu
fetefsheluu vetezhebe
rihukum......
kudsî, esasî kanunlarını düstur-u hareket
etmektir.» (Emirdağ
Lâhikası-ll sh: 83)
İttihad-ı
İslâm’ın tahakkuku için bazı şartlar vardır. Bunlardan birisi, İslâm milliyetini
esas almak ve sebeb-i tefrika olan menfî ırkçılığı bırakmaktır. Üstad
Bediüzzaman bu hususta hayli ikaz ve irşadlarda bulunmuştur ki, bunlardan
bazıları aşağıya alınmıştır:
Bismillahirrahmanirrahim
Ya eyyuhennasu inna haleknakum
min zekerin ve unsa ve cealnakum shuuben ve kabaile litearefuu
....
Yani “litearefuu munasebaatil
hayatil ictimaiyeti feteavenuu
aleyha la litenakeruu
fetekhasemuu...
Yani: "Sizi taife taife, millet millet,
kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı
içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz.
Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani
bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir!"
...Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği "tearüf ve teavün düsturu"nun beyanı
için deriz ki: Nasılki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara,
bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki; her neferin muhtelif ve
müteaddid münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin.. tâ, o
ordunun efradları, düstur-u teavün altında, hakikî bir vazife-i umumiye görsün
ve hayat-ı içtimaiyeleri, a'danın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve
inkısam; bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı
muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.
Aynen öyle de: Heyet-i içtimaiye-i İslâmiye
büyük bir ordudur, kabail ve tavaife inkısam edilmiş. Fakat binbir bir birler
adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir,
Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitabları bir, vatanları bir, bir, bir, bir..
binler kadar bir, bir...
İşte bu kadar bir, birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza
ediyorlar. Demek kabail ve tavaife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi,
tearüf içindir, teavün içindir.. tenakür için değil, tahasum için
değildir!..
...Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri
gitmiş. Hususan
dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette
uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar.
Hem fikr-i
milliyette bir zevk-i nefsanî var; gafletkârane bir lezzet var; şeametli bir
kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, "Fikr-i
milliyeti bırakınız!" denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı
menfîdir, şeametlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine
adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe
sebebdir. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş: El
islamiyyetu cebbetil asabiyyetel cahiliyye...
Ve Kur'an da ferman etmiş: iz
cealellezine keferuu fi kulubihimul
hamiyyete, hamiyyetel cahiliyyeti feenzelallahu sekinetehu ala rasulihi
ve alel mu’minine ve elzemehum kelimetettakva ve kanu ehakka biha ve ehleha ve
kanellahu bi kulli sheyy’in aliim....
İşte şu hadîs-i şerif ve şu âyet-i
kerime; kat'î bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul
etmiyorlar. Çünki müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç
bırakmıyor.
Evet acaba hangi unsur var ki, üçyüz elli milyon (bir milyar) vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet
fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın? Evet
menfî milliyetin, tarihçe pek çok zararları görülmüş.
Ezcümle: Emevîler bir parça
fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı
küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa milletleri, şu
asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman'ın çok
şeametli ebedî adavetlerinden başka; Harb-i Umumî'deki hâdisat-ı müdhişe dahi,
menfî milliyetin nev'-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde
ibtida-i Hürriyet'te, -Babil kal'asının harabiyeti zamanında "tebelbül-ü akvam"
tabir edilen "teşa'ub-u akvam" ve o teşa'ub sebebiyle dağılmaları gibi- menfî
milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pekçok "kulüpler" namında sebeb-i
tefrika-i kulûb, muhtelif milletçiler cem'iyetleri teşekkül etti. Ve onlardan
şimdiye kadar, ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri,
menfî milliyetin zararını gösterdi.
Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve
birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslâmiye
içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki
etmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması
için, müdhiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek
gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez
hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip belki
manen onlara yardım edip, menfî unsuriyet fikriyle şark vilayetlerindeki
vatandaşlara veya cenub tarafındaki dindaşlara adavet besleyip onlara karşı
cephe almak, çok zararları ve mehaliki ile beraber; o cenub efradları içinde
düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenubdan gelen Kur'an nuru
var, İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde
bulunur.
İşte o dindaşlara adavet ise;
dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ana dokunur. İslâmiyet ve Kur'ana karşı adavet
ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi
adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın
temel taşlarını harab etmek; hamiyet değil, hamakattır! (Mektubat sh:
321)
«İslâmiyet'in mukaddes
milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimaiyesine kazandırdığı yüzer
faideden iki faideyi misal olarak beyan edeceğiz:
Birincisi: Şu devlet-i
İslâmiye yirmi-otuz milyon iken, bütün Avrupa'nın büyük devletlerine karşı
hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u
Kur'andan gelen şu fikirdir: "Ben ölsem
şehidim, öldürsem gaziyim." Kemal-i şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne
gülerek istikbal etmiş. Daima Avrupa'yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, safi kalbli
olan neferatın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek, hangi şey
gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir? Ve hayatını ve bütün
dünyasını severek ona feda ettirebilir?
İkincisi: Avrupa'nın
ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat
vurmuşlarsa; üçyüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât
sahibleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken
indirmiş. Şu hiçbir cihette istisgar edilmeyecek manevî ve daimî bir
kuvvetüzzahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir? Gösterilsin! Evet o azîm
manevî kuvvetüzzahrı, menfî milliyet ile ve istiğnakârane hamiyet ile
gücendirmemeli!...
Rahmet-i
İlahiyeden ümid kesilmez. Çünki Cenab-ı Hak bin seneden beri Kur'anın hizmetinde
istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu
ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru
ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir...» (Mektubat sh:
326)
İTTİHAD-I
İSLÂM’IN tahakkuku için gerekli şartlardan ikincisi ise, hakikî ve faziletli
şûrâ-yı şer’îdir.
Âlem-i
İslâm’daki hakikî ülema ve mürşidlerin içtimaı ile ve şer’î usûle müstenid
yapılan şûrâ, bütün müslümanlar için icma-ı ümmet manâsında meşru’ bir merci’
olur. Şûrâ ve İttihad-ı İslâm’ın faaliyet ve teşekkülünün kaidelerini tesbit
eder.
Bu
şekilde Kur’anın kudsî kanun-u esasiyeleri etrafında birleşen İslâm devletleri,
Üstad Bediüzzaman’ın tesmiyesiyle “Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye” yi meydana
getirirler.
Şûrânın
ehmmiyetini ve teşekkülünün elzemiyetini devlet ricaline bildiren Bediüzzaman,
Osmanlı İmparatorluğu Meşihatında gereken şûrâ heyetinin hususiyetleri hakkında
şu izahatı veriyor:
Ve emruhum Shura
beynehum...Veshavirhum fil emri
([1])
Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise terakki
etmiş, ne vakit dinde za'f göstermiş ise tedenni etmiştir. Başka dinde bilakis
kuvveti zamanında vahşet, za'fı zamanında temeddün hasıl
olmuştur.
Cumhur-u enbiyanın şarkta bi'seti, kader-i ezelînin bir remzidir ki,
şarkın hissiyatına hâkim dindir. Bugün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteriyor
ki, âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o
histir.
Hem de sabit oldu ki, bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsademata
rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta garba nisbetle ayrı bir
hususiyete mâlikiz. Onlara kıyas edilemeyiz.
Saltanat ve hilafet gayr-ı münfekk, müttehid-i bizzâttır. Cihet
muhteliftir. Binaenaleyh bizim padişahımız, hem sultandır, hem halifedir ve
âlem-i İslâmın bayrağıdır.
Saltanat itibariyle otuz milyona nezaret ettiği gibi, hilafet itibariyle
üçyüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin ma'kes ve istinadgâhı ve
mededkârı olmak gerektir. Saltanatı sadaret, hilafeti meşihat temsil
eder.
Sadaret üç mühim şûraya bizzât istinad ediyor, yine kifayet etmiyor.
Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde, içtihadattaki müdhiş
fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fasid medeniyetin tedahülüyle ahlâktaki
müdhiş tedenni ile beraber, Meşihat cenahı bir şahsın içtihadına
terkedilmiş.
Ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye
kapılmakla, çok ahkâm-ı diniye feda edildi.
Hem nasıl
oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim câri olduğu zamanda, velev ki
intizamsız olsun, yine Meşihat bir şûraya, lâakal Kadıaskerler gibi mühim
şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklid ve ittiba
gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet
eder.
Zaman gösterdi ki, Hilafeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız
İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şamil bir müessese-i
celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız
İstanbul'un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete
getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba', hem ma'kes
vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkıyla îfa
edebilsin.
Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin
müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve
ta'dil ederdi. Şimdi
ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis,
sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o ruhu temsil
eder.
Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûra-yı âliye-i
ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona
işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin.
Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar
kalır. Şu mühim mevki böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini
tehlikeye maruz bırakıyor.
Hattâ diyebiliriz, şimdiki za'f-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki
lâkaydlık ve içtihadattaki fevza, Meşihat'ın za'fından ve sönük olmasından
meydan almıştır. Çünki haricde bir adam re'yini, ferdiyete istinad eden
Meşihat'a karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir
Şeyhülislâm'ın sözü, en büyük bir dâhîyi de ya içtihadından vazgeçirir, ya o
içtihadı ona münhasır bırakır.
Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düstur-ul
amel olur ki, bir nevi icma' veya cumhurun tasdikine iktiran eder. Böyle bir
Şeyhülislâm manen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı Garra'da daima icma'
ve re'y-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i ârâ için, böyle
bir faysala lüzum-u kat'î vardır.
Sadaret, Meşihat iki cenahtır. Şu devlet-i İslâmiyenin bu iki cenahı
mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de, böyle bir medeniyet-i faside için
mukaddesatından insilah eder.
İhtiyaç her
işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şediddir. Merkez-i hilafette tesis
olunmazsa, bizzarure başka bir yerde teşekkül
edecektir.
Bu şûranın bazı mukaddematı olan cemaat-ı
İslâmiye teşkilatı ve evkafın Meşihat'a ilhakı gibi umûrun daha evvel tahakkuku
münasib ise de, baştan başlansa, sonra mukaddemat ihzar edilse yine maksad hasıl
olur. Daire-i intihabiyeleri hem mahdud, hem muhtelit olan a'yan ve meb'usanın
vazife-i resmiyeleri itibariyle bilvasıta ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir.
Halbuki vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek hâlis
İslâm bir şûra lâzımdır.
Bir şey mâ-vudia-lehinde
istihdam edilmezse, atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir
maksad için tesis edilen Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir komisyon
derecesinden çıkarıp, Meşihat'taki devairin rüesasıyla beraber şûranın aza-yı
tabiiyesi addetmek ve haricdeki âlem-i İslâmdan,
şimdilik onbeş-yirmi kadar, İslâmın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehab
ülemasını celbeylemek, bu mes'ele-i uzmanın esasını teşkil eder.»
(Sünuhat Tuluat İşarat sh: 31)
Büyük
İslâm Şûrası’nın teşekkülü de, İslâm birliğine dayanan Hilafet-i İslâmiyeye
istinad eder. Bediüzzaman Hazretleri, mezkûr şûrâ teklifini yaptığı zaman,
Hilafet ve Meşihat mevcuddu. Yani büyük İslâm Şûrası için bir temel hazırdı.
Ancak Âlem-i İslâm genişliğinde tevsi’ ve tahkim edilecekti. Şimdi ise ancak,
Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye ile tahakkuku gereken İttihad-ı İslâmın
bünyesinde yeniden teşekkül edebilir.
Bediüzzaman
Hazretleri başka bir eserinde de şûrânın lüzumunu belirtirken şöyle
der:
«Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i
İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer'iyedir. “Ve emruhum shura beynehum” (42:38) âyet-i kerimesi,
şûrayı esas olarak emrediyor. Evet nasılki nev'-i beşerdeki "telahuk-u efkâr"
ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti,
bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt'a
olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi
yapmamasıdır.
Asya kıt'asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani
nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şûrayı
yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına
konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak,
meşveret-i şer'iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i
şer'iyedir ki, o hürriyet-i şer'iye, âdâb-ı şer'iye ile süslenip, garb
medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer'iye,
iki esası emreder:
..... Yani: İman
bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile baþkasýný tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül
etmemek. Allah'a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab
yapmayınız!... Yani Allah'ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir
rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer'iye; Cenab-ı
Hakk'ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.»
(Hutbe-i Şamiye sh: 60)
«Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar
ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyet'in hayatı
ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?
Elcevab: Nur'un Yirmibirinci
Lem'a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice
verdiðinden, üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakikî ile üç
adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlas ve
tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı
tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları
nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış,
tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara
ve o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i
istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı
içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şûra-yı şer'î ile yaşıyabilir.
O düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.» (Hutbe-i Şamiye sh:
62)
İstanbul’un
İngiliz işgalinde, İngilizlerin “İrade-i Hilafet, siyasetimin lehinde çıktı”
şeklindeki propağandalarına karşı, Bediüzzaman Hazretleri, hilafetin temel
hususiyetlerini de gösteren şu cevabı veriyor:
«Bir şahsın arzu-yu zâtîsi ve emr-i hususîsi
başkadır, ümmet namına emin olarak deruhte ettiği emanet-i Hilâfetten hasıl
olan şahsiyet-i maneviyenin iradesi bam başkadır.
Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete
istinad ederek, âlem-i İslâmın maslahatını takip eder. Aklı ise, şûrâ-yı
ümmettir; senin
vesvesen değil. Kuvveti müsellâh ordusu, hür milletidir; senin süngülerin
değildir. Maslahat da muhitten merkeze nazar edip İslâm için faide-i uzmâya
tercih etmektir. Yoksa, aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem‑i
İslâmı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’yu da İstanbul’a,
İstanbul’u da hânedân-ı Saltanata tearuz vaktinde feda etmek gibi
hod-endişâne fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zat, hattâ en
fâcir bir adam da, yalnız ism-i Hilâfeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek,
mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattir.» (Asar-ı Bediiye sh:
116)
İttihad-I
İslam’ın tahakkuku için grekli olan üçüncü şart ise: İttihad-I İslâm’ın nokta-I
İstinadı olan Âlem-i İslâm’daki dinî meslek ve cemaatler, esasat ve zaruriyat-ı
diniyeyi esas alıp, mesail-i fer’iyeyi ve meslekiyeyi medar-ı niza
etmemeleridir. Bu hususu ısrarla beyan eden Üstad Bediüzzaman, bazı
suallere verdiği cevabında mes’eleyi şer’i esasatta ittifaka bağlar. Şöyle
ki:
«S- Âlem-i İslâmdaki ihtilafı ta'dil
edecek çare nedir?
C- Evvelâ; müttefekun aleyh olan makasıd-ı
âliyeye nazar etmektir. Çünki Allahýmýz
bir, Peygamberimiz bir, Kur'anımız bir, zaruriyat-ı diniyede umumumuz
müttefik, zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya
tarîk-i tefehhümdeki tefavüt bu ittihad u vahdeti sarsamaz, racih de
gelemez. “El Hubbu fillah” düstur tutulsa, aşk-ı hakikat
harekâtımızda hâkim olsa -ki, zaman dahi pek çok yardım ediyor- o ihtilafat
sahih bir mecraya sevkedilebilir.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh:
83)
«Hakta ittifak,
ehakta ihtilaf olduğundan; bazan hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir.
Herkes kendi mesleğine "Hüve hak" demeli, "Hüve-l hak" dememeli. Veyahut "Hüve
hasen" demeli, "Hüve-l hasen" dememeli.» (Mektubat sh:
475)
«Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin
vakit; "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat, yalnız hak
benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur. Ve aynurrida an kulli aybin kelile.
Velakinne aynessuhti tubdil mesaviya sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün
fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.» (Mektubat
sh: 265)
Sual:
«İttihad-ı İslâm cemaati, sair cem'iyet-i diniye ile şakk-ul asâdır.
Rekabet ve münaferatı intac eder.
Elcevab: Evvelâ umûr-u uhreviyede hased ve müzahamet
ve münakaşa olmadığından bu cem'iyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa
ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.
Sâniyen: Muhabbet-i din
saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla
ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i
şer'iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: Muhabbet
üzerinde hareket etmek, başka cem'iyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe
çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti-i ümmet cem'iyet-i ülemaya havale
etmektir.
Sâlisen: İ'lâ-yı Kelimetullahı
hedef-i maksad eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak
olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl
Süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikata "püf, üf" eden, divaneliğini ilân
eder.
Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad
etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de
değildir. Zira taklid yolunu açar ve "Neme lâzım, başkası düşünsün" sözünü de
söylettirir.»(Hutbe-i Şamiye sh: 98)
«S:
Âlem-i İslâm ülemasının ortasındaki müdhiş ihtilafata ne dersin ve re'yin
nedir?
C: Evvelâ:
Âlem-i İslâma gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i
meb'usan ve encümen-i şûra nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki:
Re'y-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki re'y,
ekseriyetin naziresidir. Re'y-i cumhurdan mâada olan akval, eğer hakikat ve
mağzdan hâlî ve boş olmazsa istidadatın re'ylerine bırakılır. Ta herbir istidad,
terbiyesine münasib gördüğünü intihab etsin.
.
Lâkin burada iki nokta-i mühimme
vardır:
Birincisi: Şu istidadın meyelanı ile intihab olunan ve
bir derece hakikatı tazammun eden ve ekalliyette kalan kavl, nefs-ül emirde
mukayyed ve o istidad ile mahsus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı.
Etbaı iltizam edip tamim etti. Mukallidleri taassub edip, o kavlin hıfzı için
muhaliflerin red ve hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, müşagabe, cerh ve
red o derece meydan aldı ki; ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran
eden duman ve lisanlarından püsküren berkler, şimşekli ve bazan rahmetli bir
bulut, şems-i İslâmiyet'in tecellisine bir hicab teşkil etmiştir. Lâkin ziya-i
şemsten tefeyyüz etmesine istidad bahşeden rahmetli bulut derecesinde kalmadı.
Yağmuru vermediği gibi, ziyayı dahi men'etmektedir.
İkinci Nokta: Ekalliyette kalan kavl, eğer içindeki
hakikat ve mağz, onu intihab eden istidadlardaki heves ve heva ve mevrus âyineye
ve mizacına galebe çalmazsa, o kavl bir hatar-ı
azîmde kalır. Zira istidad onunla insibağ edip onun muktezasına inkılab
etmek lâzım iken; o, onu kendine çevirir ve telkîh eder, kendi emrine müsahhar
eder. İşte şu noktadan hüda hevaya tahavvül ve mezheb mizacdan teşerrüb eder.
Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh:
71)
«S-
Acaba kâinatta şu meclis-i âlî-i İslâmî, şu sergerdan küre şehrinde bir intizamı
daha bulamıyacak mıdır?
C-
İman ederim ki; umum âlem-i İslâm, millet-i insaniyede ve Âdem kavminde bir
meclis-i meb'usan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef ve halef asırlar
üzerinde birbirine bakıp mabeynlerinde bir encümen-i şûra teşkil edeceklerdir.
Fakat birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâkitane ve sitayişkârane
dinleyeceklerdir.» (Münazarat sh: 73)
«Eğer denilse: Hadîste “ihtilafu ummeti rahmetun” denilmiş. İhtilaf ise,
tarafgirliği iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazı; mazlum avamı, zalim havassın
şerrinden kurtarıyor. Çünki bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler,
mazlum avamı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini
kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukûlden hakikat tamamıyla tezahür
eder.
Elcevab: Birinci suale deriz
ki: Hadîsteki ihtilaf ise, müsbet ihtilaftır. Yani: Herbiri kendi mesleğinin
tamir ve revacına sa'yeder. Başkasının tahrib ve ibtaline değil, belki tekmil ve
ıslahına çalışır. Amma menfî ihtilaf ise ki: Garazkârane, adavetkârane
birbirinin tahribine çalışmaktır; hadîsin nazarında merduddur. Çünki birbiriyle
boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.
İkinci suale deriz ki:
Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce' olabilir. Fakat şimdiki gibi
garazkârane, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melce'dir ki; onlara
nokta-i istinad teşkil eder. Çünki garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan
gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet
okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona hâşâ lanet okuyacak
derecede bir haksızlık gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak
namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta ittifak
ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve
hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i
emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü
efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki
maksadda ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının Küre-i Arz'da dahi nokta-i
telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i
iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna
şahiddir.
Elhasıl: “El Hubbu lillah, vel
bu’zu fillah, vel Hukmu lillah” olan desatir-i âliye düstur-u harekât
olmazsa nifak ve şikak meydan alır. Evet El bu’zu fillah, vel Hukmu
lillah demezse, o düsturları nazara
almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.» (Mektubat sh:
268)
«Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın
Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i
muzırraları, İslâm'ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir
kuvvetle nev'-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına
alır.
Ey ehl-i iman!
Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız!
İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı innemel
mu’minune ihvetun kal'a-i kudsiyesi içine giriniz;
tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa
edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk,
ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa;
bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini
aşağı indirir.
İşte
ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden
kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle
alâkanız varsa, el
mu’minu lil mu’mini kel bunyanil mersus yeshuddu ba’duhu
ba’den düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız,
sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden
kurtulunuz!..» (Mektubat sh:
270)
Derleyen : Rüştü Tafral - 1980
[1] Bidayet-i Hürriyette şu fikri jöntürklere teklif ettim,
kabul etmediler. Oniki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin
meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekrar
arzediyorum.