20. yüzyılda dünyanın dört
bir yanında savaşlar, iç kargaşalar, toplu katliamlar, terörün her türlüsü
insanlığa dehşet saçtı. Dünya tarihinde ilk kez, savaşlarda bu kadar çok
sivil insan hedef alınarak öldürüldü. Hemen hemen her kıtanın bir veya birkaç
köşesinde dinmeyen bir zulüm ve kargaşa ortamı oluştu. Dünyayı böylesine kana
bulayan, insanlara zulmün her türlüsünü yaşatan neden ise, 19. yüzyılın köhne
ve ilkel bilimsel metotlara sahip zihinlerinin ürettiği ideolojilerdi.
Dünyaya dehşet saçan ideolojilerin başında ise komünizm gelmekteydi. Karl
Marx ve Friedrich Engels isimli iki Alman'ın ürettikleri bu ideolojinin,
Lenin, Stalin ve Trotsky gibi kişiler tarafından uygulanmaya konmasıyla,
dünya tarihinin en büyük kıyımları ve katliamları gerçekleştirilmeye başlandı.
Bu ideolojinin Rusya'dan
sonra Doğu Avrupa, Çin, Hindiçini, Latin Amerika gibi coğrafyalara
sıçramasıyla, zulmün çapı daha da büyüdü. Ve bu ideoloji ardında milyonlarca
ölü bıraktı. Her ne kadar kesin rakamlara ulaşılması mümkün değilse de,
komünizmin dünyaya getirdiği ölü sayısı yaklaşık olarak 100 milyondur;
Rusya'da 20 milyon, Çin'de 65 milyon Vietnam'da 1 milyon, Kuzey Kore'de 2
milyon, Kamboçya'da 2 milyon, Doğu Avrupa'da 1 milyon, Latin Amerika'da 150
bin, Afrika'da 1,7 milyon, Afganistan'da 1,5 milyon ve uluslararası komünist
hareketin ve iktidarda olmayan komünist partilerin neden olduğu 10.000
civarında ölü. (Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Yayınları, s. 17)
Her ne kadar Sovyetler
Birliği'nin dağılmasıyla komünizmin siyasi bir rejim olarak çöktüğü kabul
edilse de, komünist ideoloji ve uygulamaları hala devam etmektedir. Hala
Kızılordu zihniyetinin hakim olduğu Rusya'nın Çeçenistan'da, Çin'in ise Doğu
Türkistan'da yürüttüğü uygulamalar bunun en önemli göstergelerindendir. Bugün
Doğu Türkistan'da yaşayan Müslüman Türkler, Mao'nun Kızıl Çin'in de yaşananların
tekrarını yaşamaktadırlar. Gençler sebepsiz yere tutuklanmakta, rejime karşı
oldukları iddiası ile idama mahkum edilerek kurşuna dizilmekte, müslümanların
ibadetlerini topluca yapmaları engellenmekte, kazançları acımasız vergilerle
ellerinden alınmakta, halk açlık tehlikesiyle ölümün eşiğinde yaşamakta, yanı
başlarında yapılan nükleer denemelerleölümcül hastalıklara yakalanmaktadır.
Batılı ülkeler ise, Çin tarafından tüm dünya ile irtibatı özellikle kesilen
bu topraklardaki insan hakları ihlallerini her zamanki gibi görmezlikten ve
duymazlıktan gelmektedir.
|
Doğu Türkistanlı Müslüman Türkler, yaklaşık 250 yıldır Çin egemenliği altında
yaşamaktalar. Çinliler, bir İslam toprağı olan Doğu Türkistan'a "kazanılmış
topraklar" anlamına gelen "Sincang" adını koydular ve burayı
kendi toprakları olarak tanımladılar. 1949 yılında Mao önderliğindeki
komünistlerin Çin'in yönetimini ele geçirmelerinin ardından, Doğu Türkistan
üzerindeki baskılar eskisine oranla daha da arttı. Komünist rejim politikası,
asimile olmayı reddeden müslümanların fiziksel olarak imhasına yöneldi.
Katledilen müslüman sayısı korkunç boyutlara ulaştı. 1949-1952 yılları
arasında 2 milyon 800 bin; 1952-1957 arasında 3 milyon 509 bin; 1958-1960 yılları
arasında 6 milyon 700 bin; 1961-1965 yılları arasında 13 milyon 300 bin kişi
ya Çin ordusu tarafından öldürüldüler ya da rejimin doğurduğu kıtlık
sonucunda öldüler. 1965'ten sonraki katliamlarla birlikte, öldürülen Doğu
Türkistanlı sayısı 35 milyon gibi inanılmaz bir rakama ulaştı .Halkın hayatta
kalabilen bölümü ise büyük baskı ve işkencelere maruz bırakıldı. Doğu
Türkistan'ın uzun süre sürgünde yaşayan merhum lideri İsa Yusuf Alptekin,
Türkiye'de yayınlanan Doğu Türkistan Davası ve Unutulan Vatan Doğu Türkistan
adlı kitaplarında söz konusu baskı ve işkenceleri ayrıntılarıyla anlatır. Bu
kitaplarda anlatıldığına göre, Doğu Türkistan'da halka uygulanan baskılar,
Sırplar'ın Bosna'da Müslüman Boşnaklara veya Kosova'da Arnavut çoğunluğa
uyguladıklarından farklı değildir. Ülkedeki Çin mahkemelerinin
"ceza" yöntemleri de son derece acımasızca ve vahşidir. Diri diri
toprağa gömmek, öldüresiye dövülen bir insanı çıplak halde karlarda yatırmak,
iki bacağı iki ayrı öküze bağlanan bir insanı ikiye bölmek gibi
"ceza"lar uygulanmıştır.
|
Zulmün asıl nedeni: İslam düşmanlığı
Çin'in, Doğu Türkistan'daki halka uyguladığı zulmün en önemli nedenlerinden
biri halkın müslüman olmasıdır. Çünkü Çin, bölge üzerindeki hakimiyet ve
sultasını kuvvetlendirmeye karşı en büyük engel olarak halkın İslami
kimliğini görmektedir.
Halkı dininden vazgeçirmek için her türlü yıldırma ve baskı yöntemini
kullanan Çin şovenizmi en fanatik dönemini Mao'nun 1966-1976 yılları arasında
uygulattığı Kültür Devrimi esnasında yaşadı. Camiler yıkıldı, toplu ibadet
yasaklandı, Kuran kursları kapatıldı ve bölgeye yerleştirilen Çinliler
özellikle müslümanları taciz etmek için domuz beslemeye başladılar. Okullarda
dinsizlik propagandası yapıldı. Ayrıca bütün iletişim araçları vasıtasıyla
insanların dinden soğutulmaları için yoğun çaba harcandı. Dini ilimlerin
öğrenilmesi ve dini bilgilere sahip öncü kişilerin halkı eğitmeleri ise
tamamen yasaklandı. Buna rağmen halkın İslami kimliği yok edilemedi.Türk
halka uygulanan bir başka sindirme ve baskı yöntemi ise eğitim alanında
kendini göstermektedir. Bölgedeki üniversitelerde eğitim Çincedir.
Öğrencilerin ise ancak % 20'si Müslümandır. Okullarda din dersi
programlarının esası ateizm üzerine bina edilmiştir. Çince eğitim yapan orta
dereceli okullar gelişmiş imkanlara sahipken Uygur okullarında sıra bile
bulunmamaktadır. Ekonomik güçlükler ise, eğitim seviyesini düşüren önemli bir
etkendir.Otuz yılda dört defa alfabelerinin değiştirilmiş olması da yine
bölgedeki Müslüman Türklere yapılan uygulamanın bir parçasıdır. Mao, kültür
devrimine rağmen Çin alfabesine dokunmazken Uygur alfabesini İslam
harflerinden Krilceye çevirmiştir. Bir müddet bu alfabe kullanıldıktan sonra
Rus korkusu ile Latin harflerine geçilmiş, ancak bu defa da Türkiye ile
kültür köprüleri kurulmasın diye tekrar İslam harflerine dönülmüştür. Alfabe
ile bu kadar sık oynamanın nesiller arası anlaşmayı ne kadar zor bir hale
getireceği ise açıktır.
Çin'in Uzakdoğu'da Anti-İslami Rolü
Doğu Türkistan'da müslüman Türklere yönelik zulüm şiddetle devam etmiştir.
Çin resmi görevlileri, Türk gençlerini potansiyel olarak rejim karşıtı
görerek sebepsiz yere evlerinden toplamaktadırlar. Gençler bu zulümden
kurtulmak için dağlara veya çöle kaçmaktadırlar.1996 yılından beri on
binlerce Uygur kamplarda tutulmaktadır ve bu kamplardakilere ağır işkenceler
yapıldığı bilinmektedir. Bir af teşkilatının resmi yazısında da belirtildiği
gibi sanıklar, tek celsede biten davalarda ya kürek cezasına mahkum edilmekte
veya meydanlarda infaz mangaları tarafından kurşuna dizilmektedir. Çünkü
mahkemeler, komünist partinin talimatı ile çalışmaktadır. En dehşet verici
olansa hamile kadınların evlerinden alınarak gayrı sıhhi şartlarda
kısırlaştırılmaları, sınırlama fazlası doğan bebeklerin ailelerine rağmen
öldürülmeleridir.1997 yılının Şubat ayında tekrar alevlenen olaylar sırasında
yaşananlar ise, Çin zulmünün bir özeti niteliğindedir. Kamuoyuna yansıyan
haberlere göre Çin milis güçleri, 4 Şubat'a rastlayan Kadir gecesinde, Kandil
nedeniyle bir mescitte toplanan 30'un üzerindeki kadını, Kuran okurlarken
demir sopalarla dövdüler ve sürükleyerek emniyet merkezine götürdüler.
Mahalle sakinleri ise merkeze giderek kadınların serbest bırakılmalarını
istedi. Bunun üzerine işkence ile öldürülen 3 kadının cesedi önlerine atıldı.
Bunun üzerine galeyana gelen halk ile Çinliler arasında çatışmalar başladı.
4-7 şubat arasında 200 Doğu Türkistanlı hayatını kaybederken, 3500'den fazla
Uygur kamplara kapatıldı. 8 Şubat sabahında ise Bayram namazı için camilerde
toplanan halkın namaz kılması güvenlik güçlerince engellendi. Bunun üzerine
çatışmalar tekrar alevlendi ve sonuç olarak Nisan-Aralık 1996 arasında 58 bin
olan tutuklu sayısı, bir anda 70 bini geçti. 100 kadar genç ise meydanlarda
kurşuna dizilirken, 5 bin Uygur Türkü çırılçıplak soyularak 50'şer kişilik
gruplar halindemeydanlarda teşhir edildiler.
Batılı güçler ise her zamanki gibi tüm bu vahşete karşı tepkisizdir.
Birleşmiş Milletler'in soykırım için yaptığı tanım, Çin işgali altındaki Doğu
Türkistan'daki duruma tam olarak uymaktadır. Buna rağmen Doğu Türkistanlılar
BM'nin koruyucu şemsiyesi altına girememektedir. BM'ye yapılan tüm başvurular
geri çevrilmiştir. 25 milyon Doğu Türkistanlı müslüman, halen Çin baskısı
altındadır. Binlerce siyasi tutuklu vardır ve bazıları hapishanelerde
"kaybolmuş" durumdadırlar. Tutuklulara işkence yapılması ise artık
sıradan bir olay haline gelmiştir. Kısacası Çin, Uzakdoğu'nun en önemli
İslam-karşıtı güçlerinden biridir. Doğu Türkistanlı müslümanlara yönelik
politikasının yanında, etrafındaki İslami potansiyel için de ciddi bir
düşmandır. Dünyanın en kalabalık ülkesinin bu stratejik
"anti-İslami" konumunu, komünist rejimden kapitalist ekonomiye
geçilmesiyle de hiçbir şekilde azalmamıştır.
Çin-İsrail Stratejik İşbirliği
Çin, Soğuk Savaş döneminde uzunca bir süre Batı, özellikle de Amerika'ya
karşı son derece düşmanca tavır takınmıştı. Sovyetler'in Batı'ya yönelik
politikasını yeterince sert bulmayan ve bu nedenle de Rus yoldaşlarını
ideolojik sapmayla suçlayan Çinliler'in bu tavrı, ancak 1970'li yıllara kadar
sürdü. O tarihten sonra Çin ve Amerika arasında inanılmaz derecede hızlı
ilerleyen bir yakınlaşma süreci başladı. Amerika, Üçüncü Dünya'da yükselen
Düzen'den bağım sız radikal hareketlerin yükselişine karşı bir "kuzey
cephesi" oluşturmaya karar vermişti o sıralar ve Çin'i de bu cepheye
dahil etmek, aynı Sovyetler Birliği gibi orta vadede yanına almak istiyordu.
Çin-Amerikan yakınlaşmasının tartışılmaz mimarı ise tanıdık bir isimdi: Henry
Kissinger, yani İsrail'in Amerika'daki en önemli temsilcilerinden
biri...Kissinger'ın girişimleriyle, Çin kısa sürede 1960'lardaki radikal
çizgisini değiştirdi, Ulusal Bağımsızlık Mücadeleleri'ne destek olmaktan
vazgeçti ve kapitalist ekonomiye kucak açtı. Yakın gelecekte kurulacak olan
"kuzey cephesi"ne girmeye kararlıydı anlaşılan. Kissinger'ın
hesapları ise kuşkusuz başka her şeyden daha çok İsrail'in hesaplarını
yansıtıyordu. Nitekim kısa süre sonra, özellikle Mao'nun ölümünün ardından
hızla gelişmeye başlayan ve özellikle de askeri alanda patlama yapan Çin-İsrail
ilişkileri, İsrail'in Çin'i de kurmaya çalıştığı "global anti-İslami
cephe"ye dahil etmek istediğini ortaya koydu. Çin-İsrail askeri
ilişkileri 1970'lerin ikinci yarısında başladı. İsrail ilk olarak, Çin'in
eski Sovyet silahlarından ibaret olan ordusunun yenilenmesine yardımcı oldu.
Çin ise bu işbirliğinin gizli kalmasına özen gösteriyor, özellikle 1982'de
İsrail'in Lübnan'ı işgal etmesinden sonra İsrail'le işbirliği içindeki bir
ülke olarak gözükmek istemiyordu.
1980'lerin ortalarından sonra ise stratejik işbirliğinin küçük bazı
alametleri belirmeye başladı. Birleşmiş Milletler'deki İsrail ve Çin
büyükelçileri aralarında resmi iletişim başlattılar. 1989'da Çin ile İsrail
arasında bir anlaşma imzalandı... Çin'de bir İsrail akademisi kurulacak, 1990
yılında içlerinde bir nükleer fizikçinin bulunduğu 70 Çinli bilim adamı bir
ay süren bir İsrail gezisi yapacaklardı. Daha sonra Şangay'da bir İsrail
Araştırma Merkezi kuruldu. Bu kuruluş İbrani Üniversitesi, Tel-Aviv
Üniversitesi ve Ben Gurion Üniversitesiyle temas kurdu. Görünür ilişkiler
"tarımsal işbirliği" gibi İsrail'in klasik yöntemlerini içeriyordu.
1990 yılının başlarında Çin'in İsrail teknolojisine ihtiyacı olduğu kanısı
iyice yaygınlaştı. Yine bu fikirle Pekin'de bir Çin-İsrail sulama projesi
merkezi kuruldu. Çöl araştırmalarında bulunmak üzere bir grup Çinli bilim
adamının, İsrail'de Negev'e gelmesiyle çöl sulama projesi uygulanmaya
başlanmış oldu. Bu bilimsel alışverişi takip eden ekonomik bağlantılar 1990
yılında iyice çoğaldı. 14 kişilik İsrail heyeti Çin'e gelerek ticaret
şirketleri kurdu. Çin ileİsrail arasındaki yakın ilişkiler gerçekte silah
satışını da içeriyordu. İsrail'in Çin'e yaptığı yüklü miktardaki silah
satışı, Mossad adına çalışan İsrailli iş adamı Shaul Eisenberg aracılığıyla
gerçekleştiriliyordu. İsrail'in bu kanalla 1980'lerde Çin'e yaptığı silah
satışı, 3 milyar doları buluyordu. Arabulucu Eisenberg özel uçağıylaÇin'e
gayri resmi uçuşlar yapıyor, bu uçuşlarda İsrailli silah tüccarlarını da
yanında götürüyordu. Bağlantılar sağlandıktan sonra gizli anlaşmalar ve
nakliye ise Mossad'ın göreviydi .İsrail ile Çin arasındaki askeri ilişkinin
boyutlarına, Tel Aviv'de yayınlanan Jerusalem Post gazetesi de değinmişti.
The Times'ın yayınladığı bir CIA raporuna dayanan Jerusalem Post, İsrail'in
uzun yıllardır kesintisiz olarak Çin'e silah sattığını belirtiyor ve şöyle
diyordu:
"Çin ve İsrail,
aralarındaki teknolojik ve askeri işbirliğini resmi hale getirmeye ve
geliştirmeye çalışıyorlar. Çin,İsrail askeri teknolojisinden, tank ve radar
sistemlerini geliştirmesi için yardım umuyor. Çinliler on yıllardır bu konuda
İsrail'den gizli olarak aldığı yardımları da resmi hale getirmek istiyor...
Şimdi de İsrail'in son derece gelişmiş olan 'Arrow' anti-füze sistemini
Çinliler ile paylaşıp paylaşmayacakları sorusu gündemde."
Bu yakınlaşmanın temelinde Çin'in Doğu Türkistan'da ya da
yakın çevresindeki İslami yükselişten duyduğu endişe yatıyordu. Washington
Report on Middle East Affairs'da Çin-İsrail ittifakının temelinde Çin'in
"İslami radikalizmi nötralize etme" çabasının yattığını, Pekin'in
Doğu Türkistan'daki 20 milyonu aşkın müslüman nüfustan son derece rahatsız
olduğunu yazmıştı. Doğu Türkistan'da yaptıkları sonucunda anti-İslami
konumunu ispatlamış olan Çin, anlaşılan İsrail'in dünya çapında oluşturmaya
çalıştığı anti-İslami ittifaka girmeye hak kazanmıştır. (Detaylı bilgi için
bkz. Yeni Masonik Düzen, Düzen'in Müslümanlarla Savaşı bölümü)
Sonuç
Son 150 yıldır İslam alemi dünyanın birçok bölgesinde benzeri zulüm ve
baskıya maruz kaldı. Bu zulmün arkasındaki çevrelerin en büyük hedefi dini,
özellikle de müslümanlığı ortadan kaldırmaktı. Bu amaçla, neredeyse bir asır
boyunca müslüman katliamına giriştiler. Bugün Çeçenistan'ın Ruslar
dolayısıyla yaşadığı zulüm, Doğu Türkistan'da da Çin nedeniyle yaşanmaktadır.
Dünya bu zulme göz yummaktadır. Ancak, vicdan sahibi insanlar bu zulmü
durduracak bir yol bulabilirler. Her şeyden önce, Doğu Türkistan meselesi
sadece Uygurların bir sorunu olarak görülmemeli ve onların tüm sorumlulukları
vicdan sahibi insanlar tarafından sahiplenilmelidir. Akıllı, cesur ve uzak
görüşlü politikalarla Türkiye'nin ve Türk Milletinin de bu sorunun çözümünde
önemli bir katkısı olacağı inancındayız.
|